3 Haziran 2010 Perşembe

ÇOCUKLUĞUMDAKİ ATATÜRK



Çocukluğumdaki Atatürk deyince aklıma hep  her kasım ayında  okula götürdüğümüz kasımpatılar ,bir de okuduğumuz Atatürk şiirleri  gelir.
Okulumuzda şiir okuma yarışmaları yapılır,ben de hep birinci olurdum. Bu yüzden tüm önemli günlerde olduğu gibi 10 kasımlarda da şiir okuma görevi bana verilir,ben de sesime etkili bir ifade vermeye çalışarak  Atatürk şiirleri okurdum.
Atatürk ü sever miydim?Tabi ki severdim.
Bu anneni,babanı sevmek gibi doğal olarak bize verilmiş veya öğretilmiş bir duyguydu.
O bizi düşmanlardan kurtarmıştı.Cumhuriyeti kurmuştu.
Şapka devrimi,harf devrimi falan yapmıştı,vs.
Ama Atatürk’ ü anlamam ve ona her geçen gün  artan tartışmasız bir hayranlıkla bağlanmam çok sonraki yıllara dayanır.

Annemler 5 kız kardeş.Anneannem,dedem ve kızları herhalde 1956 larda falan olmalı fotoğrafçıda bir resim çektirmişler.
Tüm hanımların başlarında şapkalar ve dudakların da da  kopkoyu  kırmızı ruj var.Ama hepsinin de  ruj rengi aynı.
Şimdi düşünüyorum da herhalde bir  adet rujları vardı ve son dakika hepsi dudaklarını onunla  boyadılar.
Her biri  eski Hollywood filmlerindeki artistler gibi duruyor.
Başlarındaki  şapkaların hepsi ayrı birer sanat eseri ve kimisi sağa,kimisi de sola yatırarak poz vermişler.
Küçükken ağabeyimle o resme bakıp  anneme göstermeden aramızda kıkırdayarak dalga geçtiğimizi hatırlıyorum.
Eski, rengi kahverengiye dönmüş  o fotoğrafta en çok garibimize giden ve ilgimizi çeken şey o şapkalar ve formlarıydı.
Şimdilerde annemin tozlu albümleri arasından o resmi bulup baş köşeye koymak isterim.
Ülkem nereden nereye .....

İnsanların çarşaf giyerken kılık kıyafet devrimiyle batılılar gibi giyinmeye başladığı öğretilirdi devrimler anlatılırken.
Ama siz bir cumhuriyet çocuğuysanız,zaten  öyle bir ortama doğmuşsanız o büyük adamın neler yaptığını  çocuk kafanızla  anlamanız  veya içselleştirmeniz pek mümkün olmuyor.
Çocuklara bunları anlatmanın başka bir formülü olmalı.

Mesela tüm devrimler ve kurtuluş savaşı bize o yaşlarda çizgi roman olarak anlatılsaydı daha iyi olmaz mıydı?
Niye öyle kitaplarımız yoktu  bizim?


Hemen itiraz etmeyin şimdi. 
Aranızda yaşı 30 un üstünde olup ta Zagor,Teksas,Tommiks gibi kitapları okumamış olanlar var mı?
Amerika’ya gelen İngilizlere karşı yerli halkın verdiği mücadele anlatılırdı o kitaplarda.
Bazılarında da  bir  kuzeylilerle güneyliler savaşı vardı ki,biz o kıta neresi,bu neyin savaşı bilmez  ,ama çılgınlar  gibi okurduk. 
Teksas kırmızı ceketli  İngilizleri öldürdükçe o yaşta yerini bile bilmediğimiz bir ülkede kurtuluş mücadelesi veriliyor  ve yerliler kazanıyor diye  sevinir dururduk.
İçinde minik aşk hikayeleri bile vardı  o kitaplarda.
Hatırlıyorum  Tommiks kalenin kumandanının kızını çok beğenirdi.
Bir de tabi tüm çocukların ilgisini çekecek hayvanlar vardı o çizgi romanlarda.
Büyülü bir dünyanın içine girerdik aslında kimin ve neyin tarihini okuduğumuzu bilmeden.
Kim yazmıştır niye yazmıştır o  romanları bilmiyorum.
Ama şimdi düşünüyorum da keşke bizim de,   bize  kendi kurtuluş savaşımızı anlatan  ve kahramanı Atatürk olan çizgi romanlarımız olsaydı o yaşlarda.
Bir yandan eğlenir bir yandan öğrenirdik ve onu ,yaptıklarını anlayabilmemiz için yaşımızın  o kadar büyümesi gerekmezdi.


Evet ,o kuşkusuz hepimizin sevdiği Atatürk’tü.


Ama hangimiz o yaşlarda onun dehasını ve yaptıklarının önemini sonradan  anladığımız kadar anlayabildik?
Bir insan nasıl hem iyi bir asker,hem iyi bir devlet adamı,hem de bu kadar iyi bir siyasetçi  ve diplomat olabilir?
İnsanın onun yaptığı şeyleri yapabilmesi  için  kendi halkını olduğu kadar dünyayı da çok iyi gözlemlemesi gerekir.
Mesela ben hala merak ederim..
Acaba hangi yabancı dilleri  konuşuyordu?
Hangi ülkelere seyahat etmişti?
İletişim olanaklarının son derece  kısıtlı olduğu bir devirde Atatürk nasıl bu derece ileri görüşlü bir vizyon adamı olabilmiş  ve bu kadar bilgiyi edinmiştir?
Hangi kitapları okumuştur?


Karton film sevmem.
Ama yıllar önce seyrettiğim Persepolis isimli karton filmi unutmam mümkün değil.
Animasyon veya karton film dalında ödül almış bir çizgi film olduğu için kendimi zorlayarak gitmiştim.
İran’da yaşayan küçük bir kızın ağzından,yıllar içinde Şah dönenimden bugünlere nasıl gelindiği ve onun büyüme sürecinde neler yaşadığı anlatılıyordu.
Karakterler o kadar gerçekçiydi ki,bir süre sonra karton falan  olduğunu unutup filme dalmıştım.
Seneler boyu Türkiye İran olacak sözlerine itiraz edip hadi canım diye cevap veren ben,sinemadan çıktıktan sonra tüm olaylara bakışım değişmişti ve    eyvah bizde de bu oluyor galiba paniği içine girmiştim.
Hala da eğer DVD  si varsa herkesin o filmi izlemesini tavsiye ederim.Galiba internetten de indirmek mümkün.


Şimdiki çocukların bizim Tommiks  teksaslarımız gibi çizgi romanlar  okuduklarını sanmıyorum.
Ama hepsi  de çizgi film seyrediyorlar  değil mi?
TV  karşısında oturup karton film seyretmeyen çocuk  var mı?
Hepsi de  her gün adı değişen bir yığın kahramana aşık oluyor.

Küçük çocuklar için  4 –5  yaşından itibaren izleyecekleri  kahramanı Atatürk olan karton filmler  yapılsa fena mı olur?
Lütfen  şimdi kimse bana Atatürk’ü masal kahramanı yaparak onu karikatürize etmekten falan bahsetmesin.
Böyle söyleyenlere  atamızın  şu sözünü  hatırlatmak isterim;
‘’Benim naçiz vücudum bir gün toprak olacak ama cumhuriyet  ilelebet payidar kalacaktır.
Gerçekten  de çoğu kez şekle bakarken özü kaçıran bir  topluluk olduğumuzu düşünüyorum.
Burada önemli olan onun fikirlerini ve neyi niye yaptığını çocuk kafaların anlayabileceği şekilde onlara aktarmaktır.

Mesela onun bir İstikbal göklerdedir sözü vardır ve  bu beni ona bağlayan en hayranlık  duyduğum sözlerinden biridir.
Sanki ilerde savaşların dipçikle mermiyle değil uçaklarla, uzun menzilli füzelerle olacağını görmüş veya uzay teknolojisinin açacağı çığırı daha o zamandan tahmin etmiştir.
TV, cep telefonları,internet gibi  günlük yaşamımızı şekillendiren  tüm iletişim araçları bir şekilde uydu sistemleri ve uzay teknolojisiyle bağlantılı değil midir?
Nasıl görebilmiştir bunları ta o yıllarda?

Çocuklarla ilgili her devrin kendi dinamikleri olduğu gibi ,ona bağlı da anlatım  teknikleri olmalı.

Mesela o karton filmlerde Atatürk’ün göklere bakarak hayaller kurduğunu,uzayda uçan arabaları,ışınlanan insanları falan hayal ettiğini  animasyon olarak göstersek ve sonra da gidip bu hayallerle uçak fabrikası kurduğunu anlatsak çocuklar onun nasıl bir vizyon adamı olduğunu  daha kolay anlamazlar mı sizce?

İstikbal göklerdedir sözünün anlamını çözmek  ve ona bin kat hayran olmak  için kocaman insanlar olmaları gerekmez o zaman.

Herhalde bu Atatürk’e ait  mesajları ve onun yaptıklarını, kumlu bir TV ekranında insanların komik hareketlerle oynadığı o eski siyah beyaz  filmleri  göstererek anlatmaktan çok daha kolay  anlatır  bugünün çocuklarına. 
Atatürk olsaydı tam da böyle anlatırdı kendini o çocuklara eminim.

O hep çağının ötesinde bir insandı çünkü.Kendisinin de çocuklara okuma kitaplarından öğretilemeyeceğini çoktan görüp ona göre önlemini almış olurdu.

28 eylül 2009 da Türkhaberlerde yayınlanmıştır.
 http://turkhaberler.net/writerDetail.php?WordID=4226

BEN BİR CADIYIM

Siz de arada bir kendinizi tahlil edip ne olup ne olmadığınızı düşünür müsünüz?Ben düşünürüm..
Kendi hakkımda bazı tanımlamalarım zamanla değişmiştir.
Mesela yıllarca ‘’hiç hırsım yok,ah birazcık hırslı bir tip olsam ne iyi olurdu,nedir bu rahatlık ‘’diye kendimi yargılayıp durdum.
AAA Sonra bir gün bir de ne göreyim?
Meğer ben hırslı bir tipmişim.
Bana’’ bir şeyi yapamazsın’’ deyip bir hedef gösterin, sonra da ortalara salıverin..
Bu becerememe olayını yediremediğim için hedefe kilitlenir,yapana kadar uğraşırım.
Artık siz buna inat mı dersiniz,hırs mı,yoksa kendini çarmıha germek mi onu bilmiyorum.

Allah tan iyi bir huyum var, bu yarışı sadece kendimle yapıyorum.
Kendi limitlerimi zorlamaya,sıkıp sıkıp, kendi suyumu çıkarmaya çok meraklıyım.


Mesela babamın niye öyle deli gibi çalıştığını eskiden hiç anlayamazdım..
Sonra bir gün gördüm ki ‘’ armut dibine düşer’ misali ben de aynı şeyi yapıyorum.
 Şimdilerde kendimi o açıdan zapta rapta almaya çalışıyorum.

Ancak yaptığı işe güvenmeyenler başkalarını aşağıya çekmek suretiyle göreceli olarak seviye farkı yaratmaya çalışırlar,gerçekte ise yerlerinde sayıyorlardır diyen bir tezim var.
Yaptığı işe güvenen kişiler ise başkalarına da el vermekten gocunmazlar ,birlikten kuvvet doğar diye düşündüğümden etrafımdakileri potansiyellerini sonuna kadar kullanmaları konusunda teşvik etme huyum vardır.
Kendime tanıdığım krediyi başkalarına da tanırım..‘’Herkes yapabilir,çalıştıktan sonra niye olmasın?’’ diye düşünürüm.
Yani sadece ben yapabilirim diyen bir ego manyak değilim
ve neyse ki başkalarının başarılarını kıskanma gibi bir huyum yok.
Yoksa hayat çok zor olurdu.O kadar duygusal baskıyı kaldıramazdım ben.
Ayrıca kimsenin evini,arabasını,kürkünü,şalını,güzelliğini , mutluluğunu vs kıskanmam.
Kendimi yokluyorum, eviriyorum çeviriyorum ama bulamıyorum bu duyguyu.



Şimdi buraya kadar her şey kabul edilebilir.
Hani bu anlattıklarıma bakarsanız komplekssiz, neredeyse çaktırmadan kanat takma turlarında potansiyel bir melek olduğum düşünebiliriz değil mi?
AMA .....
Ah işte burada çok büyük bir ama var.
İstisnalar kaideyi bozmaz değil mi? Bozuyorsa yandık .
Çünkü o zaman ben bir cadıyım .
Hem de kıskanç olmadığına inanmış bir cadılar kraliçesi..
Evet yukarıda saydığım şeyleri kıskanmadım ama, geçen gün kişisel duygu tarihçemi şöyle bir gözden geçireyim dediğimde, şaşkınlıkla fark ettim ki ben bugüne kadar 3 şeyi feci halde kıskanmışım.
Melek olmam imkansız..Tek kanadını bile vermezler bana.

1.Orhan Pamuğu kıskandığımı fark ettim. Nobel ödülü aldığını duyduğumda ilk tepkim şu olmuştu.
‘’Ah, inanmıyorum,çok üzüldüm.Nasıl yapar bana bunu?Nobel’i ben alacaktım...
Evet,cadıyım diyorum ya işte size.. Aynen böyle söyledim.
Hiç unutmuyorum bir arkadaşlarımızın evinde bir yemek davetindeydik ve herkes dalga geçtiğimi zannetmişti. İşin kötüsü şaka falan değil,tümüyle inanarak ve büyük bir samimiyetle döküldü ağzımdan bu cümleler..
Yani bakın Yaşar Kemal alsaydı belki bu hakkımdan feragat edebilirdim.
Çünkü en azından o , benim biraz daha az bildiğim konularda yazıyordu..
Yok yok ona seve seve verirdim en büyük edebiyat ödüllerini.

Ama Orhan Pamuk..hani neredeyse mahallemizin çocuğu.
Tabi bu sadece semtsel yakınlıklarımızdan kaynaklanıyor.
Yaşar Kemal bir halk adamıdır,bir yığın arkadaşı vardır da,ben şahsen Orhan Pamuk benim yakın arkadaşımdır diyen hiç kimseyi tanımadım hayatımda...
Zaten de konunun onun bunu hak ederek veya etmeyerek almasıyla hiçbir alakası yok.
Sadece benim olmak istediğim bir şeyi yapmış olma gibi bir suçu var Orhan Pamuğun.
Anladım ki çocukluğumdan beri içimde büyüttüğüm böyle bir idealim varmış.

Kitabım var mıydı bunu almak için?Hayır, yoktu.
Ama olsun her şey bir an meselesiydi,bir gün yazacaktım ve alacaktım..
Beni teselli etmek isteyen iyi niyetli okuyucular,diyeceksiniz ki daha çok Nobeller var.Ama olmaz, hevesim kırıldı bir kere...
O asla Türkiye’nin ilk Nobel edebiyat ödülünü almak gibi olamaz..
İstemem almayacağım Nobel falan.Onun için lütfen kimse bana Orhan Pamuk’la ilgili bir soru sormasın..
En fazlası ‘’emeğe saygım var’’ falan deyip lafı eveleyip gevelerim..
Çünkü o, elini çabuk tutup benim göz koyduğum Nobeli alan adam.Tarafsız olamıyorum işte..
Şimdi ‘’senin ne haddine’’ falan demeyin.
Eski yazılarımızda söyledik ya hayallere limit yok diye..

Bu arada yıllar önce kaybettiğim sevgili amcamı rahmetle anıyorum.
Çok zeki , çalışkan ve son derece entelektüel bir adamdı .
Kendi çocuklarından ümidini kestiğinden mi nedir bilmiyorum babamı kaybettikten sonra her cumartesi günü gelip beni okuldan alır,yemeğe götürürdü. 12-13 yaşlarındaydım.
Yemek boyunca bana, benim nasıl Türkiye’nin ilk kadın başbakanı olacağımı anlatırdı.
Canım amcacığım,başbakan falan olamadım.
Yaşım tutmadı, zaten de size olan tüm sevgime rağmen hiç benimseyememiştim o hayali..
Benimsemiş olsaydım da Tansu Çiller ablam önümü kesmiş olacaktı..

Ayrıca şunu da göz önünde bulundurun lütfen..
Siz de eğer her başarınız karşısında’’ tabi yapacaksınız evladım zeki çocuklarsınız siz ‘’diyen ve hiçbir şeyi abartmayan bir annenin gözetiminde büyüseydiniz,
‘’evet Nobel benim olabilir ,neden olmasın’’ duygusuna kapılabilirdiniz.

Tabi ki insanın böyle yüreklendirici bir ailede büyümesi iyi bir şey,en azından ‘’sen beceremezsin’’ demekten daha yapıcı bir rol oynuyor hayatınızda.
Hiçbir şey yapılması imkansız görünmüyor gözünüze.
Ama sevgili ailem hani arada bir de bana ‘’aferin’’ demeyi unutmasalardı kuşkusuz her şey daha iyi olurdu..
Evet, itiraf ediyorum .
Ben de annesinden onay alınca mutlu olan o çocuklardan biriyim.Hem de koskocaman bir yaşta..

Yıllar önce devam ettiğim psiko drama derslerinde sorunu çözdüler.
Aferin sözünü fazla duymayan,her başarısı olağan karşılanan çocuklar sürekli çıtayı yükseltiyor ve kendilerini sınıyorlarmış.
Pardon,anneciğime haksızlık etmek istemem.
Yıllar önce ‘’Anne, benim memnun olduğun bir tarafım var mı? diye sorduğumda itiraf etmişti.
‘’Sigara içmediğine memnunum ‘’.
Yani hepi topu bu işte.
Başkalarının yanında çocuklarını övmeyi ayıp olarak gören ve onları şımartmak istemeyen ebeveynlere sahip jenerasyonun karaya vurmuş bir ferdi olarak,
ben kendimi Nobel ödülü alma hayallerine vurmayayım da kim vursun sizce?
Yazık bana.

Kıskanç=Cadı Selin sendromuma sebep olan diğer şey ise;

Angelina Jolie..Güzelliği yüzünden mi?Hayır.
Hem 6 tane çocuk yaptığı,hem yakışıklı Brat Pitt ‘i
kaptığı,hem de hala o incecik vücuduyla film üzerine film çevirdiği için.

Ne yapayım,kendini terbiye terbiye,nereye kadar.İnsan ruhunun da bir dayanma gücü var..
Bu Angelina Jolie sendromuna yıllar süren spiritüel çalışmalarımla ben bile çare bulamadım arkadaşlar.

Neyse ki geçenlerde ‘’ 6 çocukla yaşamaya başladıktan sonra Bratt’ le seks yapmaya vakit bulamıyoruz’’ diye bir beyanat verdi de,
içime biraz su serpilir gibi oldu...
E seks falan da yapmayın zaten artık.Öyle kardeş kardeş oturun işte.Neyiniz eksik!!!
Bir de’’ harika bir seks hayatımız var ‘’deyin de kendimizi iyice kötü hissedelim..

Evet..Şimdi de 3.kıskançlığım...
O da Starbucks cafeler.
Evet ,Starbucks olayını çok ama çok kıskanıyorum.
O konunun da kahve sevip sevmemekle alakası yok.
Virginia eyaletinin bir yerindeki küçücük bir kahve dükkanıyla başlayan bir işin, bütün dünyayı saran bir zincir haline gelmesine sinir oluyorum.
Bu durum Amerika’dayken o kadar gözüme çarpmıyordu.
Starbucks’lar konusundaki krizim, yıllar sonra öğrenciliğimin
geçtiği Londra’ya ayak basmamla başladı..
İngilizlerin o daracık pencereli hafif deri ve ahşap kokan loş ışıklı pubları meşhurdur.
2004 de İngiltere’ye gittiğimde onların yerine her on metrede bir Starbucks görünce şok oldum.
Hadi diyelim ki bunun mantıklı birkaç sebebi var.
Millet o publarda satılan sosis ve patateslerden bıkmıştı.
Öğle tatillerinde veya gündüz saatlerinde şöyle aydınlık bir yerde oturup, bir kahve eşliğinde sohbet edelim deseler eskiden gidecek yer bulamıyorlardı falan.
Ama her on metrede bir olması şart mıydı bu Starbucsların?
Şimdilerde durum nasıldır bilmiyorum ama o sıralar,Cafe Nero,La Mangia ve Starbucks aynı amaca hizmet eden yerler olarak Londra halkını parsellemek için kapışıyorlardı ve Amerikalıların karton bardaklı Starbucks’ı açık ara öndeydi.
Sonunda saymaktan vazgeçtim.
Niye bu kadar sinir oluyorum bu kahve dükkanlarına?
Bu bir başarı öyküsü ve ben bu kadar basit bir şeyin bu kadar çabuk bir şekilde dünyayı sarmasını(49 ülke)hazmedemiyorum..
Evet haklısınız. Kıskançlık kötü bir his!
Starbucks fenomenini takibim yıllarca devam etti.
Singapur’da Starbucks,bütün çekik gözlüler orada.
Dubai’ye gidiyorsun,o güzelim Arap kahveleri unutulmuş.
Karton bardakta kahve almak için millet kuyrukta.
Peru’ dasın yine o dükkanlar.
Çay kültürünün zirvede olduğu Japonya ‘da,Çin’de bile Strabackslar.
Zaten birkaç yıl önce adım başı Braserilerin olduğu Paris sokaklarında da Starbucks açılacağını duyduğumda, benim için son kale de yıkıldı ve ben onları saymaktan da,varoluşlarına sebep aramaktan da vazgeçtim.
İtiraf ediyorum.
Benim böyle bir şey becerememiş olmam gururumu kırıyor ama henüz savaştan vazgeçmiş değilim.
Karşı cephe oluşturmaya karar verdim.
Kafamda aynı sistemle başarının yüzde yüz olacağına adım gibi emin olduğum bir proje var.
Ama ne yazık ki bu projeyi hayata geçirmek için ne yaşım, ne başım, ne de konumum müsait değil.
Bu yüzden fikri burada ilan ediyorum.
Kendine güvenen birisi çıksın yapsın şu işi .
Ben Türkiye’ye gelip de sokakta yediği o simidi sevmeyen bir tek yabancı görmedim.
 Amerikalı arkadaşlarım onları her sokağa bırakışımda ellerinde simitle dönerler eve.
Her ne kadar müşterisi olmasam da şu simit sarayları işini başından beri çok destekliyorum.
Ucuz, çeşidi bol ve ürünleri lezzetli .
Avrupa topluluğu için çalışmaya gelip Ankara’ ya yerleşen Belçikalı bir dostum anlata anlata bitiremez simit saraylarını.
Tabi o buraları çeşitli kahvaltı ekmeklerinin satıldığı bir yer sanıyor ya neyse.
Her yurt dışına gidişimde çantamda muhakkak vakumlanmış simit paketleri götürürüm.
Memleketinden uzak düşmüş Türk arkadaşlarım yolculuğumdan önce on kere mesaj çekerler.
’’Aman simitlerimizi unutma ‘’diye.
Buzluğa attıkları simitleri arada bir çıkarıp ekmek kızartma makinesinde ısıtarak yemek en büyük zevkleri..
Amerikalıların DONUT ına bin basar bizim simidimiz
Bunu yalnız ben söylemiyorum,hayatında ilk defa simit satan her yabancı söylüyor.

Bence O dünya markalarının arasına girebilecek bir ürün...
Bizim ürünümüz hem de,yüzde yüz yerli malı simit.
Dünyada simit sarayı ,dükkanı yada adı her ne ise işte  simit satıcıları zinciri kurulmasını istiyorum.

Starbucks’a karşı çay ve simit..karton bardakta bir şey verilecekse o da tarhana çorbası olsun lütfen.
Dünyadaki ilk toz çorbanın tarhana çorbası olduğunu ve Orta Asya’dan göç eden Türkler tarafından yollarda kullanılmak üzere geliştirildiğini biliyor muydunuz?
Almanya’da bile simit satan yerler yok daha .
Bir simit fırını kurmak çok mu zordur?
Haydi gençler,girişimci beyler, hanımlar.Lütfen yapın bu işi.
Bakın dünyanın dörtte üçünü gezip her ülkenin damak tadını bilen bir vatandaşınız olarak söylüyorum tutar bu iş.
Boş bir saha. Henüz kimse el atmadı.Girişimcisini bekliyor.
Ben mi?Ama ben sanatçıyım.
Şimdi simit sarayları kurup dünyaya yayacağım diye gül gibi sanatımdan mı olayım?
Ben resim yaymakla meşgulüm.Daha ne yapayım.
Söz simit hadisesini kıskanmayacağım.
İftihar edeceğim.
Ama eğer bunu bizden önce bir yabancı keşfeder ve yaparsa işte o zaman kahrımdan ölürüm.
Üstelik Starbucks’a eş değerde bir dünya markası çıkarmak için elimdeki en kuvvetli kozu da kaptırmış olduğum için durumum iyice vahimleşir.
Ne deseniz haklısınız, cadının biriyim ben)))

25 Ekim 2009 Türkhaberlerde yayınlanmıştır.