25 Eylül 2014 Perşembe

YER CÜCELERİNİN GÜCÜ







YER CÜCELERİNİN GÜCÜ
(Çocuk terörüne dur demek)


Biliyor musunuz, yaz aylarında ne zaman güney sahillerine inip tatil yapmayı planlasam, hemen bu kararımdan vazgeçip  deniz güneş kum  hayallerimi eylülde okulların açıldığı zamana erteliyorum.
Her ne kadar bu kararımda güneyin bunaltıcı sıcağı bir faktör ise, diğer en önemli faktör de kıyılarımızı saran çocuk terörü...
Nasıl desem, sanki bir Türk çocuğu 10 yabancı çocuğa bedel, maşallah hepsi çığlık çığlığa...
Ne ‘’DUR’’dan anlıyorlar, ne ‘’SUS’’tan..




Hiç unutmam galiba 15-16 yıl önceydi.
Avrupa’da yaşayan Türk işçilerimizin memleketten dönüş yaptığı eylül aylarında Belçika’ya gitmek gafletinde bulunmuştum.
Brüksel havaalanına indiğimizde pasaport kuyruğunda  bizim Türklerin sıraya girmesi ile ortalık birden karıştı. Sanırsınız Güliver’in Ülkesinde cücelerin  meydan  savaşı yaptığı bir yere düştük.
Öyle garip bir karmaşa..

Yabancı ülkelerin çocukları annelerinin yanında uslu uslu sıra bekliyorlar. Bizimkilerde ise her bir annenin etrafında en az 4-5 çocuk...
Yerlere yatmalar mı istersiniz, çığlık çığlığa bir uçtan diğer uca koşmalar mı, itişip kakışıp yere düşünce avaz avaz ağlamalar mı?
Vallahi o dakika, ‘’yani şu insanlar bizi Avrupa Birliğine almak istememekte ne kadar haklılar’’ diye düşündüğümü hatırlıyorum. Çocuk yardımı var diye maşallah kadınlarımız önünü arkasını düşünmeden doğurmuşta doğurmuşlar.
Tabi o zamanlar başımızda Erdoğan yoktu, dolayısıyla bizde de en az 3 çocuk doğuracaksın muhabbeti henüz ortaya çıkmamıştı. Artık  buralarda da bu manzaralara alışacağız herhalde..
Bizim ülkemizde bir  tatil köyüne mi gittiniz, her ne kadar hanımlarımızın çoğunluğu artık  sarışın olsa da  Türk annesi hemen kendini belli eder.
Çünkü babalar  genelde oturur ve  yemeğini evdeki gibi önüne bekler.
 Bu yüzden çoğunlukla Türk anneleri  tatil köyünde kendisi, çocukları ve eşi için en az  3 kere büfeye gitmek zorundadırlar.
Hatta o da yetmez, bazıları ağzına kadar dolu tabaklardan başka ortaya karışık bir şeyler yapmak durumundadır.
Türk annesinin diğer asli görevi de masada çocuklarının  ağzına lokma lokma yemek yedirmektir. Çocuk dediğin şey,7 .aydan itibaren eline bir şeyler vere vere zamanla  yemek yemeyi öğrenen bir küçük varlıktır. Ama her nedense bizim ülkemizde annelerin bu çocuğun ağzına yemek tıkıştırma süreci neredeyse  ilkokul yaşına kadar devam etmektedir.

  
Çocukları açık büfe kuyruğuna girmiş, minicik boyuyla elinde tabağı sırasını bekleyen çocuklar kuşkusuz bu ülkeden değildir. Bizler için bu o kadar alışılmadık bir durumdur ki, parmaklarının ucunda yükselerek tabağına yemek koymaya çalışan o çocuğa ’’ay sen ne tatlı şeysin öyle? Yardım edeyim mi sana’’ deyip  başını okşayasınız gelir.

Tabi bir de çocukların çocuk havuzundan nefret edip ne yapıp edip kollukları taktıkları gibi büyük havuzunu istila etme durumu var..
Burnunu tıkayıp koca koca insanların arasına suları bir metre sıçratarak şap şap atlamalar mı istersiniz, yoksa  denizde aynı şişme botun üzerine binen 5 küçük çocuğun her birinin
‘’Anneeee, babaaaaa bana bak, bak banaaaa, bak ayakta duruyorum, bak yatıyorum, bak yüzüyorum, bak atlıyorum diye çığlık çığlığa bağrışmalarını  mı?.
Öf ki ne öfff..
Çocuk düşmanı falan değilim tabi ki.
Aksine çocukları çok severim. Arkadaşlarımın, eşimin dostumun çocuklarına kısa süreler bakmışlığım da vardır.

Ama çocuk sevmek ayrı bir konu, onların o  amansız çığlıklarını dinlemek, hele bunu birazcık rahatlamak için gittiğiniz tatil yöresinde çekmek, bakın işte o bambaşka bir konu...
Geçenlerde bir akşam üzeri dört arkadaş Nişantaşı Aşk kafe’ de buluştuk, bir şeyler içeceğiz. Yan masada güzeller güzeli üç  anne oturmuş, masanın öbür ucunda da üç çocuk.. Tahmin edebileceğiniz gibi üç çocukta devamlı birbirlerinin önünden bir şeyler çekiştirip, çığlık çığlığa bağırarak  itişip kakışıyorlar.
Annelere baktım, sanki hepsinin kulağında çocuk sesi geçirmeyen özel bir kilt takılı , hani dünya yansa umurlarında değil, tatlı tatlı sohbetlerine devam ediyorlar. Nasıl bir duyarsızlaşma olmuşsa artık...
Bir baktım, iki baktım, sabır  sabır.. Hani çocuklara biraz yavaş olun falan desinler diye bekliyorum.
Sonunda çocuklara döndüm, ‘’yeter ama çocuklar biraz sessiz olun ya ‘’dedim..
Neyse  itiraf edeyim, demedim, biraz yüksek sesle söyledim. Artık nasıl  bir tonda söylediysem çocuklar yerlerinden zıplayıp sus pus oldular. Neyse ki anneler anlayışlı çıktı ve çocuklarına ’’bak işte gördünüz mü ,çok gürültü edince böyle oluyor’’ falan dediler de ortalık biraz sakinleşti.
Bu arada başımı masaya çevirdiğimde çocukları artık kocaman olmuş, üniversiteye giden  kız arkadaşımın  bana  dehşetle baktığını gördüm.
’’Vallahi senden hiç ummazdım Selin!
Siz çocuk doğurmayan kadınlar biraz egoist oluyorsunuz galiba , ben asla böyle bir şey yapamazdım ‘’demez mi?
‘’Tamam’’ dedim.
’’Genelde sakin bir insan olabilirim ama insanın da bir tahammül sınırı var.’’
Bu arada çocukları avaz avaz beynimizi oyarken kıllarını kıpırdatmayan anneler egoist olmuyor da ben niye egoist oluyorum tabi bunu  da hiç anlamış değilim.
Böyle bir çocuk terörü yurt dışında bizden başka bir de Arap ülkelerinde var, ama inanın onlar bile bizimkilerin eline su dökemez.
Dünyada bu kadar ülke gezdim, bizim çocuklar gibisini görmedim.
En güzel restoranlara gidersiniz, o çocuklar çocuk iskemlelerinin üzerinde çatal bıçaklarıyla büyük insanlar gibi yemeklerini yerler.
Uçağa binersiniz, hosteslerin  ellerine verdiği resim defterleri ve boyama kalemleri ile mum gibi otururlar.
Deniz kenarına gidersiniz, uslu uslu  kumdan kaleler yaparlar.
Dükkanlarda , annelerinin ellerinden tutmuş melek  gibi küçük sevimli varlıklar olarak dükkanın içinde yürürler.
Böyle medeniyete canım kurban...

Bizimkilerin ise her biri tek başına bir orduya bedel maşallah..



Ya ne olur anneler babalar lütfen şu çocuklarınıza bir mukayyet olun. Toplum içinde kimseyi rahatsız etmeden hareket etme terbiyesi bu yaşlardan başlıyor.
Bağırarak iletişim kuran çocuklar büyüdüklerinde de her şeyi bağırarak halletmeye çalışan bireyler oluyorlar.
Anne baba olarak yeri geliyor, sizin bile kafanız şişiyorsa, bizler ne yapalım. Bize de acıyın lütfen..


Başımızın tacı güzeller güzeli çocuklarımızla az gürültülü bir yaz diliyorum hepimize,sevgiyle
http://nishtime.com/tr-TR/kose-yazilari/578/selin-melek-aktan-yaziyor-yer-cucelerinin-gucu

Selin Melek Aktan'ın bu yazısı 7 ağustos 2014 tarihinde NİSHTİME da yayınlanmıştır

28 Mayıs 2014 Çarşamba

http://www.akdenizhaberci.com/makale/niye--/

 http://www.akdenizhaberci.com/makale/niye--/

logo
Selin Melek AKTAN

Selin Melek AKTAN

Niye ?

16 Mayıs 2014

Türkiye feci bir maden kazasının ardından yine yasa büründü, herkes gibi ben de üzüntüyle kızgınlığı bir arada yaşadım.
Maden kazası olmaz mı? Olur, ama gereken önlemlerin alındığı ülkelerde hem bizdekinden daha az olur, hem de bu kadar insan ölmez.

Sinirliyim. 
Çünkü devletin başı, bize diğer ülkelerdeki maden kazalarını örnek verirken 1800 lü,1905 li yıllardaki kazaları ve orada ölen insan sayılarını örnek veriyorsa ve şu an bizdeki ölüm oranı onlara yakınsa bu işte 100 yıllık bir yanlışlık var demektir diye düşünüyorum.

Siyaset yapma deniyor, iyi de bu ülkede ters giden, cana, mala mal olan hiç bir şeyin hesabını soramayacak mıyız biz?  Sen sorma ben sorma, kim soracak bunların hesabını? Devletin bize hesap verme yükümlülüğü yok mu?

Başbakan’’ literatürde iş kazası diye bir şey var, madenciliğin fıtratında ölüm var’’ derse, bizde ‘’başka ülkelerde madencilerin fıtratı yok mu? Onların canı can da bizimkilerin patlıcan mı?’’ diye sormayacak mıyız.?

Başbakanı eleştiririz, adı Erdoğan düşmanlığı olur.
Başbakanlar, hükümetler onların icraatları eleştirilemez mi? Onlar her türlü hatadan muaf mıdırlar? Niye?
15 gün önce bölgenin CHP Milletvekili bu konuya dikkat çekip soru önergesi verip, Soma ve diğer madenlerdeki can güvenliği için bir komisyon kurulması için çaba göstermişse, hükümet üyeleri bunu reddetmişse, üstelikte başbakan ‘’öyle eften püften önergeler veriyorlar ki’’ diyerek bunu geri çevirmişse, niye ‘’bu insanlar can değil mi? ‘’diye soru sormayacak mıyız?

Sorarsak, bu  provokasyon mu oluyor?
Aynı şey AKP hükümeti zamanında olmayıp CHP, MHP vs. başka bir partinin iktidar döneminde olsaydı eleştirmeyecek miydik, hesap sormayacak mıydık?  Futbol takımı tutar gibi fanatik bir parti tutucu olmadığımız için aklı selim sahibi normal bir vatandaş olarak tabi ki soracaktık...

Bir ülkede başbakanın danışmanı ve daha sonra da kendisi tepki gösteren acılı insanlara sille tokat girince, ‘’oh ellerine sağlık mı?’’ diyecektik.
Tepki göstermek için o tokatın, o yumruğun, tekmenin bizim suratımıza mı inmesi lazım?


Bu tahammülsüzlük niye?
Evet halkımız kırgın, kızgın, üzgün, sinirli ve tepkili...
Sıra sıra cenazeler kalkarken, ortalık savaş meydanı gibiyken tabi ki, aklımıza gelen sorular var..

Tabi ki bileniyoruz.
Ve tabi ki bu bilenmenin bir geçmişi de var.

Eğer bu ülkenin bakanları kollarında 700 bin liralık saatlerle hava atıyorsa, danışmanlara gümüş tepsiler
içinde milyon dolarlar rüşvet veriliyorsa, eğer birileri evinde milyarlarca Euro’yu nasıl sıfırlayacağını bilemiyorsa ve o kişiler  evine  bir yudum ekmek götürmek  için toprağın altında can veren insanların can güvenliğine gelince enten püften diyorsa, tabi ki biraz aklı ve vicdanı olan  her insan  buna isyan eder...

Madenin sahibi suçlu mu? Kazandığı paranın bir kısmını işçilerinin güvenliği için harcayamaz mıydı?

Bunun için yaptırımları kanunları koymak kimin görevi ?
Güvenlik yasalarını Avrupa standartlarına getirmesi  devletin görevi değil mi?

O madenleri teftiş etmek  hükümetin görevi değil mi?

Hükümetle maden sahibinin çıkar ilişkileri içinde kol kola girmeleri teftişlerin üstün körü yapılmasına sebep olabilir mi?

2 ay önce güvenlik önlemleri dünyaya örnek bir maden diye beyanat veren  bu Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı değil mi?

Niye maden kazalarında dünyada en çok kayıp veren ülkeyiz?

Ölen 300 kişiyle bitmiyor bu iş, 300 kişi demek 300 ocak, babasız kalan çocuklar, kocasız ve çaresiz kadınlar, evladını kaybeden analar babalar demek..

Niye bu insanların güvenliği için üzerinize düşeni yapmadınız, bunlar için çalışmayacaksanız,  maaşlarını bizlerin ödediği sizler  ne için o koltuklardasınız , o meclis sıralarını işgal ediyorsunuz,  diye devlete soru sorma hakkımız yok mu bizim?

Biz nereye gidiyoruz? 
Hani biz dünyanın en kuvvetli ülkelerindendik? Kuvvet kuvvetliyiz demekle olmuyor biliyorsunuz?
Dışı yaldızlı içi kof bir Orta Doğu ülkesi miyiz ?

Hükümeti eleştirmeyeceğiz,  eleştirirsek vatan hainiyiz, bölücüyüz biz öyle mi?
Biz bölünmek değil bütünleşmek, herkesin insan gibi yaşadığı bir ülkenin vatandaşı olmak istiyoruz.

O zaman kime soracağız biz bu meselelerin  hesabını? Muhatabımız kim? Adres gösterin bana ona sorayım..
 

Selin Melek Aktan'ın bu yazısı 16 Mayıs 2014 tarihinde Akdeniz Haberci haber sitesinde yayınlanmıştır. 

22 Nisan 2014 Salı

MİLLİ İRADESİZLİK http://akdenizhaberci.com/makale/milli-iradesizlik/

Selin Melek AKTAN


7Nisan 2014 

http://akdenizhaberci.com/makale/milli-iradesizlik/

Selin Melek AKTAN

Milli iradesizlik

Son 3 aydır gündemimizi meşgul eden yerel seçimler nihayet sona erdi.
Günlerdir  bu konuda ne yazacağımı düşünüyordum..
Geçen hafta gece kafamda toparladığım cümleler sabah aklımdan uçup gitti.

Rahmetli Vehbi Koç’un çok önemli bir tavsiyesi vardır.

Koç yöneticilerine ve aile bireylerine, ‘’birisine kızıp ta yazdığınız mektubu sahibine yollamadan önce 3 gün masanızda bekletin,3 gün sonra tekrar okuyun. Eğer aynı fikirdeyseniz o zaman yollayın ‘’dermiş.

Ben de seçimlerden sonra bir süre toplumdaki çürümüşlükten ötürü duyduğum utancı nasıl dile getireceğimi, metroda yan yana durduğum, sokaklarda yan yana yürüdüğüm, dükkanlarda bir arada alışveriş ettiğim insanlara nasıl güvenebileceğimi düşündüm.
Hırsızlığın normal sayıldığı bir ülkede ahlaki kavramların yıkıldığını görmenin isyanını yaşadım.
Bana tüm  bunlar iyiliğin ve kötülüğün çarpışması gibi geldi.

Balkonda sıralanan insanlara, hırsızlığın zaferini alkışlayanlara bakamadım, yüreğim bunu kaldırmadı.

Eskiden dindar insanların AKP ye oy verdiğini düşünürdüm. Fikrimi değiştirdim.
Bu ülkede din diye bir şey kalmadığını, çoğunluğun özde değil sözde Müslüman olduğuna karar verdim.

Atatürk ilkelerine sıkı sıkıya bağlı bir ailede, haram ve helal kavramı ile büyümüş bir insan olarak birden ben ve benim gibi insanların bu ülkenin en özde Müslümanları olduğunu anladım.
Çünkü hırsızlık  ne dinen ne hukuken ne de ahlaken,hangi taraftan bakarsanız bakın benim ve benim gibilerin asla hoş göreceğimiz bir şey değildi.

Yolsuzluğun rüşvetin alkışlandığı, buna hesap soran partilerin yuhalandığı bir toplum için aidiyet duygusu duyamayacağımı fark ettim.
Milli irade denen şeyin şu geldiğimiz noktada utanç verici bir  milli iradesizlik olduğunu gördüm.

Hayatımın çeşitli devrelerinde dünyanın dörtte üçünü gezme fırsatım oldu.
Küçücük toprak parçalarında refah içinde yaşayan memleketleri de gördüm, kocaman toplarda sınırsız yeraltı zenginlikleri olduğu halde fakirlikten kırılan  ülkeleri de..

O sınırsız yeraltı kaynaklarına sahip olduğu halde halkı bir dilim ekmeğe muhtaç ülkelerde sorun neydi biliyor musunuz? Afrika’da olduğu gibi ya dışarılardan birileri gelip onları sömürmüştü, ya da Güney Amerika’da olduğu gibi yöneticiler rüşvet batağının içine düşüp, ülkelerini ve onların değerlerini bol keseden satıp savmışlardı.

Kuzey Amerika ile Güney Amerika toprakları arasında ne yüz ölçümü, ne doğal kaynaklar ne de iklim şartları, ve coğrafi koşullar bakımından bir fark yoktur.
Amerika Birleşik Devletleri dünyaya hükmederken, Güney Amerika  Devletleri hep bir yoksulluk mücadelesi içindedir.
Farklı zamanlarda  çeşitli defalar Meksika, Brezilya, Şili, Peru, Bolivya gibi ülkeleri gezdim. Halk fakirdi ve bölgelerde  dinlediğim hikayeler hep aynıydı.

Özelleştirme adı altında satılan devlete ait kaynaklar, rüşvet karşılığı verilen ihaleler, gitgide zenginleşen başbakanlar, bakanlar, sesini çıkarmaya çalışan ve gitgide fakirleşen  halklar....
Benim kulağıma çok tanıdık gelen bu hikayeler,
birlikte seyahat ettiğim ve  gerçek demokrasinin  yaşandığı
yerlerden  gelen Avrupalı Amerikalı turistler için tabi ki çok sıra dışıydı.
‘’Çalıyorlar ama yol yapıyorlar’’ zihniyetinde olanların vatandaş olarak kendilerini küçümsediklerini ve haklarının ne olduğundan haberleri olmadığını düşünüyorum.

Hükümet  o yolu, kimseye iane olarak yapmıyor, sizin benim
onun vergileriyle ,yani bizim paramızla bize yapıyor ve zaten bu işleri yapmak için  gayet yüksek maaşlarla bu görevlere  talip oluyorlar .Yani çalışma saatlerinin parasını da yapılan yolun bedelini de aslında biz ödüyoruz .Bunun farkında mıyız?

Evlerine 3-5 kilo kömür ve makarna gittiği için Tayyip Erdoğan’a gönül borcu olanlara sormak istiyorum?
Niye o kömüre ve o makarnaya ihtiyaç duyacak durumdasınız?

Ancak kötü idare edilen ülkelerde bazı insanlar milyar dolarlara üç beş kuruş derken, diğerleri yoksulluğu bir kader olarak görür...Devletin görevi size  iş ,çocuklarınıza eğitim  imkanı sunmak  ve verilen şeylere ihtiyaç duymayacak bir refah seviyesine ulaştırmaktır. Halkını  sadakaya muhtaç hale getirmek değildir.

Gerçekten demokrasinin iyi işlediği ,iyi yönetilen gelişmiş ülkelerde insanlar arasında böyle gelir farklılıkları yoktur.

Toplum olarak, ‘’herkes çalıyor, ne yapalım ‘’düşüncesi ile hareket edip rüşveti yolsuzluğu kabullendiğimizde zaten çürüme noktasına gelmişiz demektir. Şu an Türkiye’de gördüğüm durum bu ve hırsızlığın legalleştirildiği bir ülkede asla adalet yoktur, terbiye adap kalmamıştır ve insanlık ölmüştür diye düşünüyorum.
30 mart seçimleri bu yüzden bence  demokrasinin kara günü olup milli iradesizliğin zaferidir.
Çünkü halkımızın büyük bir çoğunluğu, hırsızlığa, yasaklara, adaletsizliğe, rüşvete, yalana dolana, mezhep ayrılıklarını körükleyenlere, kabadayılığa küfüre milletin gözünün içine baka baka onlarla alay edenlere oy vermiş ve onları alkışlamıştır.
Ben o çoğunluğun içinde değildim, asla da olmayacağım.

Küçücük bir çocukken ak saçlı nur yüzlü rahmetli anneannem ahir zamanda bina, zina artacak ve iyi insanlar tek tek
seçilecek derdi. Biz de dizlerinin dibine oturur anlattıklarını hikaye gibi dinlerdik.
Bu oyları verenlerin çocuklarını hangi değerlerle büyüteceklerini merak ediyorum. Çal mı diyecekler?
Ben böyle bir dünyada asla hırsızlığı alkışlayanlardan olmayacağım.
Bundan sonra ben ve benim gibi insanlar temiz bir ruhla yolumuza  devam edeceğiz.
Spritüal olarak da inanıyorum ki, bizim gibi insanların görevi çok büyük. Sözün özü, ‘’Kötülüğe  karşı iyilikle mücadeleye devam ‘’diyorum ben..
Ha bu arada bu yazımdan ötürü beni küfürlere boğacak olan AKP lilere de  şimdiden teşekkür ederim. Aldım kabul ettim, ve doğruluğu savunduğum için özür dilemeyeceğim.

Aktan'ın bu yazısı 7 Nisan 2014 tarihinde Akdeniz Haberci Haber sitesinde yayınlanmıştır.

"ADI AYLİN"DEN "HAYAT VE HÜZÜN"E AYŞE KULİN - NiSHTiME.COM ::: NİŞANTAŞI'NIN KISAYOLU

"ADI AYLİN"DEN "HAYAT VE HÜZÜN"E AYŞE KULİN - NiSHTiME.COM ::: NİŞANTAŞI'NIN KISA YOLU


Selin Melek AKTAN
"ADI AYLİN"DEN "HAYAT VE HÜZÜN"E AYŞE KULİN
15 Nisan 2014 Salı 
Bazı yazarlar vardır. Kitapçı vitrinlerinde onların yeni bir kitabını gördüğünüzde içeriye girip o kitabın sayfalarını çevirmekten kendinizi alamazsınız

O yazarların kitapları sıkıntılı bir dünyada size sunulan sürprizli bir elma şekeri gibidirler.

Hayata biraz ara verip size sundukları sihirli dünyaya adım atmak için  adeta sabırsızlanırsınız.
Benim de Türk Edebiyatı'nda beni böyle heyecanlandıran birkaç favori yazarım var ve Ayşe Kulin de onlardan biri.

Pek çok edebiyat sever gibi benim de Kulin kitapları ilk tanışmam onun "Adı Aylin" isimli romanıyla  oldu.

"Füreya" isimli eseri Türk seramik sanatının ustalarından ve ilk kadın sanatçılarından Füreya’nın renkli yaşamını anlatırken, "Türkan Tek ve Tek Başına" sevgili Türkan Saylan’ın hayatını anlatıyordu.

"KöprüFırat üzerinde büyük çabalarla yapılmış bir köprünün ve biraz da rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun hikayesidir.

"Kardelenler" isimli araştırma kitabının ise hayatımdaki yeri bambaşkadır ve beni Doğu'nun kötü kaderlerini yenmeye çalışan güzel kızları ile tanıştırmış, sonrasında Çağdaş Yaşam Derneği'nin çalışmalarını ömür boyu destekleme kararı vermeme vesile olmuştur.

Ayşe Kulin'in 2 yıl önce yayınladığı "Hayat ve Hüzün" isimli kendi hayatını anlattığı otobiyografik romanı belki de beni hayal kırıklığına uğratan tek romanıdır diyebilirim.

İki kitap birbirinin devamı niteliğinde olduğu için onlara tek roman diyorum.

Bence insanın kendi hayatını yazması dünyanın en zor şeyi.

Hele de geçmişimizde hatırlaması bizi üzen hatıralar varsa.

Ayrıca inanıyorum ki hepimizin hayatında  hem gün ışığına çıkartmak istediğimiz hem de ne kadar şeffaf olmak istersek isteyelim yine de kimseyle paylaşmak  istemeyeceğimiz anılarımız vardır.

Sevgili Ayşe Kulin’in o kitapları yazarken ne kadar zorlanmış olabileceğini tahmin edebiliyorum.

Çünkü en zor şey insanın geçmişi ile hesaplaşmasıdır.

Tabi bir de kendi yaşam hikayenizi anlatırken yaşamınıza dokunmuş başka insanları da ister istemez sayfalarınıza taşımak zorunda kalıyorsunuz. İşin içine başkalarının hayatına saygı anlamında biraz sansür de girince, kimsenin kendi hayatını istediği gibi yazabileceğini sanmıyorum.

Ayşe Kulin’in o romanlarında beni rahatsız eden şey, yaşadığı olayları anlatırken, sanırım duygularını pek  yüzeye çıkaramamış olmasıydı.

Bilmiyorum, belki de yazar, bir kadın, bir eş ve bir anne olarak 40 yıllık ayakta durma mücadelesini anlattığı bu kitaplarında duygularını tahmin etmeyi okuyucunun yorumuna bırakmış olabilir.

Bizi "Gizli Anların Yolcusu, Bora’nın Kitabı ve Dönüş" isimli üçlemesi ile eş cinsellerin dünyası ile tanıştıran Ayşe Kulin son romanı "Hayal"de hayallerini ve yazar olma sürecini anlatırken bir  anlamda da romanlarının arka bahçesini   bizlerle paylaşıyor.

Çok samimi, içten bir dille yazılmış, zaman zaman komik hatıralarla süslenmiş anı romanı keyifle okurken yayınevleri,  film, yönetmenler ve yazarlar dünyası ile tanışacaksınız. Hayat ve Hüzün’ün aksine burada tüm duygularıda var.

İnsana hayatında ilham veren kişiler vardır. Türkan Saylan benim için böyle bir kadındı.

Ayşe Kulin de hem yazarlık serüveniyle hem de yaşam içerisindeki vazgeçmez ve vazgeçilmez duruşuyla sevgi ve saygı ile izlediğim başka özel bir kadın..
O hayallerini gerçekleştirmiş, darısı herkesin başına  diyelim☺)

Güzel günlerde kalın.

26 Şubat 2014 Çarşamba

http://akdenizhaberci.com/makale/hayat-ne-ilginc-degil-mi-/


Selin Melek AKTAN

Hayat ne ilginç değil mi?

Şubat ayında dışarıda bahar gibi bir hava var diye  üzüleceğimiz ve 2 gün yağmur serpiştirince sevineceğimiz hiç aklınıza gelir miydi?

Ama oldu işte.

Bir zamanlar  suyu bol bir ülke olmakla  övünürken, birdenbire  beliriveren kuraklık tehlikesi nedeniyle bu güzel havalara sevinemez olduk…

Birleşik Arap Emirlikleri, İsrail gibi ülkelerde insanlar çölleri vahalara çevirirken bizim canım ülkemizi çöle çevirmemiz ne acı değil mi?

Gezi parkında 3- 5 ağaç kesilse ne olur, yerine yenilerini dikecektik diyenlere bir ağacın sadece ağaç olmadığını, etrafındaki bitki örtüsü ve toprağın altındaki uzantıları ile canlı bir yaşam alanı yarattığını ve bunun da öyle dikilen 3-5 fidanla bir iki yılda gerçekleşmediğini acaba
nasıl anlatalım?

Güzelim İstanbul  Boğazı’nın iki yakasındaki yamaçları betonlaştırmayı marifet sayan, orman arazilerini imara açan, oraları parsel parsel, rüşveti en bol veren inşaatçıya  peşkeş çeken, ağaçları  söküp yerine AVM dikmeyi, medeniyet olarak gören cahiller ordusuna  bu saatten sonra  tabiat dersi mi verelim?
‘’Medeniyet ülkeyi beton yığınına çevirmek değil, ihtiyaçlar karşısında doğayla uyumlu çözümler üretebilmek ‘’ demektir.  

Tanrı doğadaki her canlıyı bir sebeple yaratmıştır.
Bir solucanın bile toprağın altını üstüne getirip onu havalandırma gibi bir görevi vardır.
Ve ormanlar doğada yüzyıllar  içinde  doğal olarak gelişmiş bitki örtüleri olup, içlerinde  kendilerine özgü bir habitatı barındırırlar.
Siz bir  ağacı söküp  başka bir yere dikmekle, oradaki  mikroorganizmaların yaşam alanını veya altındaki yeraltı sularını o başka yere  taşıyamazsınız.

Aşağıdaki resme bir bakın ve elinizi vicdanınıza koyup söyleyin, ne görüyorsunuz?
Boğaz 1.derece SİT alanı değil mi?
Çevre Bakanlığı’nın ülkemizde ne işler için kullanıldığını sanırım artık hepimiz  biliyoruz.

Görünen köy kılavuz istemez, İstanbul  kemoterapi neticesi saçlarını kaybeden kanserli bir hasta gibi, gitgide kelleşiyor.
























Hastanın saçları tedavisi bitince yeniden eski haline dönebilir, ama bizim ormanlarımız ağaçlarımız, kuşlarımız, arılarımız yerine gelmeyecek ve bu sadece göz zevkimizle alakalı bir olay değil. 
Kuraklık demek sadece evlerimizde içecek veya  yıkanacak su bulunmaması demek değildir.
Susuzluk aynı zamanda tarım arazilerinin  sulanamaması, bir gün gelip yiyecek sebze meyve bulamamak demektir.

Su hayattır ve ağaçsız bir ülke çölleşmeye, susuz kalmaya mahkûmdur.
Barajların bu kadar boş olmasının sorumluları kim acaba?

Selin Melek Aktan'ın bu yazısı 24 Şubat 2014 de Akdeniz Haberci'de yayınlanmıştır...


http://nishtime.com/tr-TR/kose-yazilari/412/benim-adim-angel-7-yasinda-bir-golden-retriwerim

http://nishtime.com/tr-TR/kose-yazilari/412/benim-adim-angel-7-yasinda-bir-golden-retriwerim

Angel Pati

BENİM ADIM ANGEL 7 YAŞINDA BİR GOLDEN RETRIWER'IM

Eski sahibim sanıyorum sokakları keşfetmem için beni 2 yıl önce Sarıyer denilen bir yere bıraktı.Bir süre Maden Mahallesi'nde yaşadım.Sokaklarda hayat çok zordu,hele de hava soğuyunca.Yağmur yağmadan önce bir gürültü oluyordu ve ben nereye kaçacağımı bilmiyor,sığınacak bir yer arıyordum.Hala o gürültüleri duyunca çok korkuyorum ama şimdi annemin kucağına tırmanmaya çalışıyorum.O da, '' Tamam kızım,tamam korkma ben yanındayım''diyerek beni sakinleştirmeye çalışıyor.Gerçi o yaşadığım mahallede sokakta bir yığın çocuk vardı ve ben onlarla oyun oynamayı çok seviyordum.Sonra bir gün beni ''Tip Top'' isimli bir otele götürdüler.Orada kafeslerin içinde birkaç köpek daha vardı.
Hele 2 tane küçük kahverengi köpek vardı ki,hem çok yaramazlardı hem de çok gürültü yapıyorlardı.Otelin sahibesi Esra Hanım çok şekerdi.Hepimize çok şefkatli davranıyordu ama doğrusu kafeste yaşamayı hiç sevmemiştim. 
Sonra bir gün otele yanında bir arkadaşıyla annem geldi.Beni görünce, ''Ama bu çok şişman''dedi.Esra Hanım da ona,''Sokakta bulduğu her şeyi yediği için öyle,normal bir evde yaşamaya başlayınca zayıflar'' diye cevap verdi.Ayrılırken Esra Hanım,''Güzel Angel. Umarım yeni evinde çok mutlu olursun''diyerek beni yanaklarımdan öptü.Gözleri niye yaşlıydı hiç bilmiyorum.Kapının önüne çıktığımızda kocaman bir araba gördüm.Hayatımda hiç arabaya binmemiştim.Zaten nasıl bineceğimi de bilmiyordum.
Bu yüzden iki kişi beni popomdan ittirerek arka koltuğa oturttular.Şimdiki annem ön koltuğa oturdu, arkadaşı ise yanıma oturarak yol boyunca benim başımı okşadı.
 Nereye gittiğimizi bilmiyordum ama hem hareket eden bir şeyin içinde  olmak hem de bir ablanın beni sevmesi çok hoşuma gitmişti. Yeni bir maceranın kokusunu alıyordum.

Annem Nişantaşı’na gelince beni önce köpek eşyaları, mamalar satılan bir yere götürdü. Bazı abiler ben alt kata indirdiler ve köpüklü sularla bir güzel yıkadılar.
Yıkanırken çok uslu durdum. Çünkü ben uslu bir köpeğim. 
İşte ben o geceden sonra Nişantaşılı oldum. 
Yeni evime geldiğim ilk gece sabaha kadar uyuyamadım, etrafımı keşfetmeye çalıştım. Annemden yayılan heyecan ve endişeyi hissediyordum.

Söylediğine göre onun daha önce hiç köpeği olmamış. Sanki biraz şaşırmış ve ne yapacağını bilemiyor gibiydi.
Ertesi sabah sokağa çıkmadan önce boynuma tasma takarken sanki beni inciteceğinden korkuyordu. Sokağa çıktığımızda yanımızdan gelip geçen arabalara şaşkınlıkla baktım. Burası daha önce yaşadığım yerlere hiç benzemiyordu. Sanki arabalar üzerime gelecek ve beni ezecek sanıyordum.


Sokaklarda yaşadığım günlerde diğer sokak köpekleri beni  istemiyorlardı. Burada da sokak köpekleri vardı ve ben onlardan çok korkuyordum. Uzaktan onların kokusunu aldığım zaman kaldırımda duruyor, yürümek istemiyordum. 

Boynumda tasma olmasa eve geri döner veya daha önce yaptığım gibi güvenli bir yerde saklanırdım. 

Ama burada bunu yapamıyor, sadece annemin yüzüne bakıyordum. 
"Angel niye yürümüyorsun, yoruldun mu, ne oldu?" diye soruyordu.
Sonra korktuğumu anladı.

Durakladığımda etrafa bakıyor ve sonra yanıma gelip başımı okşuyor, "Tamam bir tanem, köpek mi var, tamam gördüm onu, merak etme ben seni korurum" diyordu.
O zaman başımı eğip annemin yanında yürüyordum.
Başımı eğince başka köpeklerin beni görmeyeceğini biliyorum. 

Yani ben onları görmediğime göre onlarda beni göremezler değil mi? 
Sonraları nedense annem yanında benim mamalarımdan taşımaya başladı. 
Uzaklardan bize doğru havlayarak gelen bir köpek gördüğünde dünyanın en yumuşak sesiyle "seni güzel şey. Gel gel bakayım. Ne ayıp! Niye havlıyorsun öyle! Sen cici bir köpeksin. Hiç yakışıyor mu sana böyle havlamak’’ diye konuşuyor, sonra da cebinden çıkardığı mamaları veriyordu. 

O zaman o öfkeyle koşan köpeklerin kuyruklarını salladığını ve başlarını aynen benim yaptığım gibi anneme uzattığını gördüm. 
Bazen ben de o mamalardan yemek için başımı uzatıyordum ama annem "Sen kahvaltını ettin ya Angel" diyordu. 

Ben gerçi bütün o mamaların benim olmasını isterdim ama anneme uslu bir kız olduğumu göstermek için o kötü köpekler mamaları yerken kenarda durup beklemeye başladım. 
Oradan uzaklaşırken annem, "Angel niye onlarla konuşup arkadaşlık etmiyorsun, bir tanem  bak onlarda senin gibi sokakta kalmışlar ve  sevilmek istiyorlar" diyor. 

Ama ben köpek değilim ki! Gerçi vücudum köpek gibi, adım da Angel Pati, ama ben hep insan olduğumu düşünüyorum ve insanları  çok seviyorum. 
En çok sevdiğim bir başka şey de parkta çimlerin üzerinde yuvarlanmak...
Oralarda harika kokular oluyor.  
Arada bir kemik de buluyorum. Gerçi annem bazen evde bana kemik veriyor ama açık havada çimlerin üzerine oturarak kemiğimi kemirmenin zevki bambaşka. 

Nişantaşı’nda yolda yürürken bazen kenarlarda öbek öbek, küçük mamalar görüyorum ama yakınlarında hep kediler oluyor. Kediler yüzüme pati attıkları için onlarla oynamayı hiç sevmiyorum. Onları gördüğümde kayışımı çekerek annemi karşı kaldırıma geçirmeye çalışıyorum. 

Annem ise, "Angel ya, sen nasıl bir kuçusun,bu dünyada kedilerden korkan bir köpek varsa o da sensin herhalde" diyor. 

Bazen yolda yürürken başımı kaldırıp insanlara bakıyor ve göz göze geldiğimizde onların yorgunluklarını endişelerini, heyecanlarını, korkularını hissediyorum. 

Bazıları bizi durdurup, "Sen ne tatlı şeysin öyle" diye beni sevmek istiyorlar. 

Ben de daha iyi sevmeleri için başımı uzatıyor ve kuyruğumu sallıyorum. Böyle zamanlarda içlerindeki enerjinin değiştiğini ve sımsıcak bir sevgiyle dolduklarını hissediyorum.  

Nişantaşı izlenimlerime devam edeceğim. 

Şimdilik hepinize pati pati yapıyorum.
Angel Pati'nin bu yazısı 12 Şubat 2014 de Nishtime' da yayınlanmıştır..

13 Şubat 2014 Perşembe

http://nishtime.com/tr-TR/kose-yazilari/411/nisantasinda-kahve-bahane-sohbet-sahane

NiSHTiME.COM

http://nishtime.com/tr-TR/kose-yazilari/411/nisantasinda-kahve-bahane-sohbet-sahane
Selin Melek Aktan

 Selin Melek AKTAN


NİŞANTAŞI'NDA KAHVE BAHANE,SOHBET ŞAHANE 
İnanabiliyor musunuz Amerika’nın California eyaletinde "Dumb Starbucks" diye bir kahve dükkanı açılmış. Amblemi bile neredeyse aynı ama adı "Aptal Starbucks" ve gerçek "Starbucks"ile alakası yok.

Nasıl bir nedenle bu dükkânın açıldığını bilmiyorum ama orası Amerika, her şey mümkün ve hiç bir şey şaşırtıcı değil. 

Kendi adıma ben zaten Starbucks düşkünü değilimdir.  

Çünkü onların o her şeyi karton bardakla verme takıntısından nefret ediyorum. Hani kahvemi alıp çıkacaksam tamam, itirazım yok ama eğer oturarak içeceksem niye kahvenin yanında ağzıma bir de karton tadı gelsin ki? 

Herşeyin bir yakışığı ve estetiği var, değil mi ama? 

Nişantaşı’nda Starbucks ve Cafe Nero’nun dükkanları yanyana. 


Benim tercihim hep Cafe Nero’dan yanadır. 

Cafe Nero’yu ilk Londra’da keşfetmiştim. 2000'li yılların başındaCafe Nero, Starbucks ve Mangeria, Londra sokaklarını işgal etmişti ve birbirleriyle büyük bir yarış içindeydiler.  

Cafe Nero’yu kahvenin yanı sıra raflarında sağlıklı hafif atıştırmalıklar, çorbalar, salatalar falan da bulundurduğu için hemen sevmiştim. Tabi bir de çay istediğinizde "Tercihiniz fincan mı, bardak mı?" diye sordukları için. 

Eğer oturarak içecekseniz kahveyi de gayet güzel fincanlarda veriyorlar. 

Küçük bir detay gibi gözükebilir ama ben bu karton bardak işini asla sevemedim. Geçen gün galerimizdeki açılışa gelen misafirlerimizden biri de İstanbul’un tarihi bir mekan içindeki en güzel galerilerinden birinde şarabın plastik  bardakta verilmesini eleştiriyordu ki  bence çok haklı.  

Bir de Starbuck ’da  o acayip karton bardakların üzerine isminizi yazıp, hazır olduğunda sizi adınızla çağırmaları var ki, o da başka bir durum. Belki ben adımın herkes tarafından duyulmasını istemiyorum, olamaz mı yani? 

Cafe Nero’yu sevmek için  bir başka nedenim daha var. O da son derece hayvan dostu bir kafe olması. Köpeğim Angel ile birlikte sıraya girip güzel güzel çayımı kahvemi alabiliyorum. Sıramı beklerken muhakkak onu seven birileri çıkıyor ve Angel da kuyruğunu sallaya sallaya sevilmenin tadını çıkarıyor. Arka taraftaki bahçesinde de beraberce oturabiliyoruz. 

Yalnız şimdilerde içeriye bazı satıcılar dadanmış ve garsonlar da buna bir yere kadar müdahale edebiliyorlar. 

Geçenlerde bir akşamüzeri arkadaşımla oturuyorduk ki, yanımıza bir adamcağız yanaştı. 

"Abla, ben çorap satıyorum,  lütfen alın, evime yemek götüreceğim" dedi. Elindeki çoraplara baktımb Herhalde Eminönü’nde bir liraya satılıyordur. Neyse  başımızın gözümüzün sadakası olsun diyerek 10 lira verip aldık bir adet çorap. Bu arada gözüm takıldı. Dışarıya çıktığında oturduğumuz yerden, arkasından baktım. Biraz önce bize bir şey satmaya çalışırken ezile büzüle konuşan o  adam, dışarıya çıkıp caddenin karşısına geçmeye çalışırken vücut diliyle sanki mutasyona uğramış gibiydi. İşini halletmiş insanların rahatlığı içinde elleri cebinde dimdik yürüdü gitti. 

Tam sohbetimize geri dönmüştük ki, bir de baktık elinden tuttuğu 5 - 6 yaşındaki  küçük oğlan çocuğu ile başka adam bitiverdi yanımızda. Çocuk elindeki kırmızı bir balonla mutlu mutlu oynuyor. 

"Abla kanser hastasıyım, ilaçlarımı alamıyorum, ya ilacımı alın, ya da para verin" diye ezik bir ses tonuyla konuşan baba ile hiçbir şeyin farkında olmayan ve kırmızı balonunun tadını çıkaran küçük oğlan öyle tezat içindeler ki!  

"Kaç  lira tutuyor ilaçların?" diyoruz, bilmiyor.  

Biraz sonra garson gördüğüm en kibar haliyle yanımıza geldi. Adama nasıl yalvarıyor "Abicim ne olur kapının önünde dur" diye. Biraz önce o ağlamaklı sesle konuşan adamı da görmeniz lazım. Dikleşti, yüzüne inanılmaz sert bir ifade yerleşti.  

Hani garson biraz diklense, kavga çıkacak. 

Vallahi zavallı garsona acıdım. 

Aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyık. Öyle bir durum yani. 

Belli ki insanlar Nişantaşı’nda oturan veya gezenlerin acıma duygularını kullanma konusunda oldukça profesyonel olmuşlar. 

Nişantaşı sokaklarında gezerken gerçek bir kahve molası vermek istiyorsanız bir diğer güzel seçenek te "Kahve Dünyası" 

Eskiden Kahve Dünyası sadece Amerikan Hastanesi’nin sokağında vardı. 

Son bir, iki yıldır City’s Alışveriş Merkezi’nin en alt katında da faaliyet gösteriyorlar ve çok başarılılar. 

Zengin bir çikola ta  çeşitleri var ve hepsi rahatlıkla tadına varmak için veya küçük bir arkadaş ziyaretine giderken alıp götürebileceğiniz hoşlukta. 

Türk kahvesinin, yanında lokum, bir bardak su gibi geleneksel ritüellerle sunulmasına bayılıyorum. 

Kahve Dünyası'nda Türk kahvesini sütle de yapabiliyorlar. Bu da çok güzel. 

Herkesin damak tadına uyar mı bilmiyorum ama ben şahsen kilosuna dikkat etmesi gereken bir dondurmakolik olarak oranın az şekerli, yoğurtlu dondurmalarına bayılıyorum. 

Tek handikap Kahve Dünyası'nda çay olmaması. Bir de menülerine çayı alsalar bence süper olacak. 

Pelit Pastaneleri'ne ait Zamane Kahvesi, Nişantaşı Valikonağı Caddesi üzerinde Yargıcı’nın ve Mango’nun karşı sırasında son derece aydınlık bir mekan.. 

Kahvenin beyaz ahşap duvarları ve birbirine çok yakın durmayan masaları içinize ferahlık veriyor. 

Özellikle kahvaltı menüleri çok zengin. Öyle ki bazen bir tabağı iki kişi ancak bitirebiliyorsunuz. Sohbet ederken yandaki masalarla burun buruna oturmak zorunda kalmadığımız için arkadaş gruplarımla orada buluşmayı seviyorum. 

Görme ve görülme ihtiyacında olanlar için değil de daha çok özel sohbetler için güzel bir mekân olduğunu düşünüyorum.
Siz kahvenizi nasıl alırdınız?
Hoş ne demişler "kahve bahane, sohbet şahane"...
Selin Melek Aktan'ın bu yazısı 12 Şubat 2014 de Nishtime' da yayınlanmıştır...