31 Ocak 2012 Salı

NİŞANTAŞI GÜNLÜKLERİ (2)




Nişantaşı günlüklerine devam ediyorum.
Nişantaşı’nda yaşamanın dayanılmaz ağırlığını değilde, hafifliğini yaşayan en şanslı semt halkı kimdir dersiniz? 
Tabi ki kapıcılar.
  
Gerçek şu ki kaloriferlerin kömürle yakıldığı dönemde apartmanların alt katlarına yerleşen kapıcılar 
burada yaşam savaşı verirken bir yandan da, üremişler, akrabalarını memleketten getirmişler, komşu apartmanlara yerleştirmişler ve Nişantaşı cumhuriyeti içinde apayrı bir derebeylik inşa etmişlerdir.
Doğal gaz sistemine geçtikten sonra bir kısmı tazminatlarını alıp çıktıysa da büyük bir çoğunluğu buradan ayrılmak istemeyip hayatlarını sürdürmeye devam ettiler.
Şimdilerde emlak sayfalarında Nişantaşı’nda temiz bahçe katı adıyla satışa çıkarılan veya kiraya verilen yerlerin hepsi geçmişte kapıcıların oturduğu yerlerdir.
Sonra apartmanın müşterek mekânı olduğu için kat malikleri bunları, geleceği göremeyerek yok pahasına müteahhitlere satmış, onlarda allayıp pullayıp süsleyerek fahiş fiyatlarla piyasaya sürmüşlerdir.
Piyasaya sürülmeyenlerde ise kapıcılar cumhuriyeti kendi özekliklerini ilen ederek hayatlarına devam etmektedir.
Zaten günün şartlarına uygun olarak her kapıcı birkaç apartmana bakmakta, elektrik, şu parası, kira, yakıt, aidat gibi şeyler vermeyerek yaşayıp gitmektedirler.
Yaz aylarında Abdi İpekçi caddesinde yürümek çok keyiflidir. Gündüz bir dolu fanfirifon hanımın yürüdüğü kaldırımlarda bir de bakarsınız ki, kapıcılar çoluk çocuk kapı önlerine attıkları iskemlelerde çay keyfi yapıyorlar.
Ben ise Nişantaşı’nın göbeğinde ama ciddi anlamda çılgın bir apartmanda yaşıyorum.
Niye derseniz, apartmanın holünde azman bir köpek yaşıyor.’’Yok daha neler ‘’dediğinizi duyar gibiyim. Evet, cidden kapıdan girince sizi muhteşem kulübesinin içinde doberman ile kurt kırması bir canavar karşılıyor. Komşularımın köpeği. Onu yolda bulduklarında kolu kırılmış minnacık bir şeydi. Bir gün bir seyahatten döndüğümde komşumuzun evlenmeden bir hafta önce nişanlısından ayrıldığı için bunalım geçiren genç kızları beni kapıda karşılayarak
‘’Bu köpeğe burada bakabilir miyim, ne olur Selin hanım? ‘’dedi.
Bu kadar büyüyeceğini tahmin edemeyen ben, işte  o gün ağzımdan çıkan ‘’evet’’ sözüyle geri dönülmez bir yola girdim ve şu yaşadığım çılgın günlere  davetiye çıkarmış oldum.
Şimdi halimiz sit kom gibi.
Bana gelen önce aşağıdan zili çalıyor, ben camdan dışarıya bakıp ‘’kim o ‘’diyorum.
Bu arada köpek ulumaya başlıyor.
Korkan misafir başını yukarıya kaldırıp dehşet içinde  ‘’köpeği çekmeyecek misiniz?’’ diyor.
O sırada alt kattaki komşum hayvanın havlamasını duyup ’’ kim oooo ‘’diye apartman boşluğuna doğru bağırıyor. Ben sinirle kapıya hamle yapıp’’bana geldiler, bu yine havlıyor,lütfen bakar mısınız’’diyorum..
İlk günlerde adını söylüyordum, ama son bir senedir o köpeğin adı bu.
Üff yazarken bile yoruldum, sonunda eğer o gün keyfi yerindeyse komşum aşağıya inip köpeği sakinleştirmeye çalışıyor. Keyfi yerinde değilse’’ bir şey yapmaz duvarın kenarından yürüyerek çıkın, köpek bağlı ‘’diye aşağıya sesleniyor.
Sonra da ‘’bu köpeğe burada nasıl müsaade ediyorsunuz, çok ürkütücü bir köpek ‘’diye söylenerek yukarıya çıkan  korkudan rengi uçmuş misafire,’’ne var korkacak, sadece bağırıyor ‘’diyerek hafiften çıkışıyor ve içeri giriyor.
Sonra ben bir beş dakika misafirimin şikâyetlerini dinliyorum. Sonra işimize dönüyoruz.
Makro, Migros gibi marketlerde kasaya yaklaştığımda servis yaparak paketlerimi taşıyacak çocuklar bana bakarak birbirlerini dürtüyorlar. O diyor ‘’ben korkuyorum o köpekten sen git’!’,öbürü diyor ‘’beni askerde köpek ısırmıştı, sen git.’’
Sonunda ihale birinin üzerine kalıyor ve ben önde onlar arkada ne olacak bu köpek işi böyle diye sohbet ede ede eve geliyoruz.
Herkes de hayvanın gezdirilmediği için öyle uluduğunu sanıyor. Hâlbuki Şanslı,(evet, köpeğin adı bu)
Her gün öğle yemeğini yemek için eve geliyor.
Sabah ve akşam, birer saat de parka oynamaya götürülüyor.

Şanslıyı artık sevdiğimden emin değilim.1          0 yıllık bu bağrışma döneminin sonunda aramızda bir nevi sevgi nefret ilişkisinin oluştuğunu söyleyebilirim.
Yukarıdaki köpek heykelinin ismi,Moda ikonunun şanslı kuçusu..Moda ikonu ben değilim,ama köpek bizim azman köpek..Tabi bizimki bu kadar şirin değil.
Kucağımdaki kedinin adı da,’’Kedi Mualla’’ Onun da hikayesi var ama neyse onu belki başka bir gün anlatırım.
Kapıcımız Erol,  da  senelerdir bu semtte oturuyor..Çocukları burada doğdu,biri kocaman oldu,diğeri ise 5 yaşında.Erol her sene 1.5 ay köyüne gider.Çünkü orada kendine 3 katlı yazlık bir ev yaptırdı.Her zam istediğinde muhakkak geçerli bir sebebi vardır.
‘’Abla ev yaptırıyorum, para lazım..’’
‘’Abla araba alacağım para lazım.’’
‘’Abla arabamı yenileyeceğim para lazım.’’
Size geçen hafta bu semtte yaşayanların çoğunun arabası olmadığından, her yere yürüyerek gittiğinden bahsetmiştim değil mi?
Pardon unutmuşum, kapıcılar hariç.
Biz park yeri bulamadığımız için araba almaktan korkarız.
Ama tüm sokaklarındaki, tüm otoparkçılar kapıcıların arkadaşı olduğundan doğal olarak onlar için böyle bir sorun yoktur.
Cuma cumartesi öğleden sonra Erol’u yerinde bulmak çok zordur. Aradığımda hep aynı cevabı alırım.
‘’Abla ben evde yokum,akrabaların düğününe gittim..’’
Ramazansa taaa İstanbul’un öbür ucundan ses verir ve mutlaka akrabalarına iftara gitmiştir.
Hep birilerinin sünneti, cenazesi, düğünü, memleketlilerinin kına gecesi, mevlüdü falan vardır.
Erol bana göre Nişantaşı’nın en sosyal ya da en geniş çevresi olan insanıdır. 
Aşağıdaki resim onun eşinin resmidir.
 

Hep yarını beklerim işi bitsin diye.
Nişantaş’ının eski apartmanlarının çoğunda asansör yoktur.
60 senelik bir binada oturduğum için bizimkinde de yok.
Eğer uzak bir yoldan geldiysem en büyük sorun elimdeki bavullarla o merdivenleri çıkmaktır. Yoldan Erol’u aradığım da ilk sorusu ‘’abla bavullar ağır mı ?’’ olur.
Kapıcının, eve temizliğe gelen hanımın, bakkalın velhasıl bu semtte çalışan herkesin bel fıtığı vardır. Kimse ağır bir şey taşıyamaz, belleri incinir.))
Benim mi, e ben burada çalışmıyorum ki, oturuyorum. Dolayısı ile tabi benim bel fıtığım falan yok. Ben prenses elbiselerimi çıkarıp işçi elbiselerimi (!)giyiyor ve her şeyimi taşıyorum. Mecburen)))
Nişantaşı hanedanlığının diğer sultanları da,su elektrik ,vs tesisatçılarıdır..Yıllardır bu semtte çalışmanın verdiği bir rahatlıkla herkesi tanırlar.Evinizin musluğu,çamaşır makinesi falan tamir ettirmeye çalışırken istemeseniz bile, diğer semt sakinlerinin başından geçenler konusunda güncellenirsiniz ‘’TV deki bilmem ne hanım var ya, geçen gün onun evine gittim.
Kadıncağızı kandırmışlar. Kabloyu yanlış geçirmişler. Az daha yanıyormuş. Beni çağırdılar, hemen yaptım’’ İstisnasız hepsi bunları anlatırken işi bırakır, 5-10 dakika kendi hikâyelerini anlatırlar.
Siz içinizden’’ ya sabır’’ çekerek sözlerini kesmeden,ya da en fazla ‘’ aaa, inanmıyorum, ciddi misiniz, vah vah falan diyerek dinlemek zorundasınızdır.. ‘’Ya hadi ustacım, işim var, ne olur çabuk yapıver şunu ‘’ falan dediğiniz anda küserler, akan muslukla ortada kalıverirsiniz. Sonra gelir iş pazarlık faslına..
Aman da aman ,’’bir servis ücreti 50 liramı, ne yapıyorsun sen ustacığım’’ falan demeyin, cevap hazırdır.
‘’Yazlık almıştır, yeniden evleniyordur. Hafta sonu Şile’ye denize gidecektir. Zaten yıllardır çalışıyordur. Şimdiki yeni, ustalarda hiç iş yoktur. Allahtan senelerdir o bu apartmanın 
Girdisini çıktısını biliyordur da, nerede sorun var hemen bulmuştur.2 tane cıva sıktıysa ne olur, ya sıkmasaymış da..
Vallahi bir Cavit ustamız var, kaçıncı karısıyla evlendiğini artık ben bile unuttum.
Ha bir de elektrikçi Recep Ustanın ayakkabı koleksiyonuna bayılıyorum. Semtin en havalı ayakkabıcısı Vetrina’nın tüm koleksiyonunu, vitrinlerde kaçırdıysam bile sağ olsun Recep Ustanın ayağında görerek bilgimi ve görgümü arttırıyorum.
Nişantaşı günlüklerimiz devam edecek.
  (Bu yazı 25 mart 2010 da Sözcümagazin de yayınlanmıştır.)
 

NİŞANTAŞI GÜNLÜKLERİ(3)


Nişantaşı günlüklerimiz 3.bölümüyle devam ediyor.
Yazılarımın zaman zaman gecikmesi yüzünden sevgili okurlarımızdan özür diliyorum.
Bir yandan sergi faaliyetleri diğer yandan seminerler,toplumsal yardım projeleri ve ortada henüz klonlanamayan 1 adet Selin.
Şu aralar Aydın’ın Tepecik Beldesinde haziran ayında yapılacak olan uluslar arası kültür sanat festivali için koşuşturmaktayım.
Neyse onun detaylarını başka bir yazı da verelim ve gelelim semtsel durumlara.
Geçen yazımda semtimizin en havalı ayakkabıcısı Vetrina’nın vitrininde kaçırdığım tüm koleksiyonu elektrik tamircimiz Recep efendinin ayağında gördüğümden bahsetmiştim.
Recep bey ayakkabılara olan düşkünlüğünü o kadar arttırdı ki,sonunda elektrikçinin yanına bir de ayakkabı tamir atölyesi açtı.
Bunu duyduğum zaman ilk sorum ‘’ekonomik kriz de keşke biraz daha iyi düşünseydin,ne de olsa burada kiralar çok yüksek’’ diyecek oldum ve tabi cevabımı aldım.
Recep Usta 800 liralık ayakkabılarına bakarak ‘’ne kirası abla,
Dükkan benimdi zaten.Kiracıyı çıkarıp kendim yapacağım o işi,bıktım elektrik işlerinden.O da duracak tabi ama ayakkabı daha zevkli ‘’dedi..
Dooong..Kendi kendime’’Üf Selin ne kadar safsın,hala akıllanamadın.Elektrikçinin her
Servisinin 35-40 lira olduğu bir semtte herhalde dükkanların
 senin olacak hali yok ‘’dedim..
Evet neymiş efendim bundan çıkarılacak ders;
Nişantaşı’nın gerçek zenginleri yıllardır orada yaşayan esnaf,tamirci büfe sahibi gibi gözünüze gözükmeyen işlerde çalışanlardır.
Halk ise karşı konulamaz ücretleri ödeyip o semtte anadan babadan kalan bir evi varsa,mecburen yaşayanlardır.
Recep efendiden önceki Jet-set ayakkabı tamir dükkanını işleten Bülent’in de evinde çocuğuna 24 saat hizmet eden bir mürebbiye bakıyordu.Varın gerisini siz tahmin edin.
Nişantaşını anlatırken
 polis karakolunun çapraz köşesinde yer alan Alaaddin büfeyi anlatmadan geçmek olmaz.
Alaaddin bir semt klasiği olup belki de dünya’nın kitaplara geçmiş ilk ve son büfecisi ve tekel  bayiidir.
Orhan Pamuğun kara kitabında yer almıştır
Nasıl yer aldığını bilmiyorum çünkü Orhan Pamuğun okuyup ta bitirebildiğim 2 veya 3 romanı var.
Bir tanesi ‘’Cevdet bey ve oğulları’’
diğeri çok üstün bir çabayla
‘’Masumiyet müzesi’’
(son 30 sayfası dahil değil,sonucu beni bu eziyetten kurtarması için rüşvet verip başkasından öğrendim)
bir de galiba  adı ‘’Eski İstanbul Fotoğrafları’’
olan bir diğer romanı.
Eğer ismini yanlış yazmışsam peşinen sevgili okuyuculardan özür diliyorum.
İlk  gençlik yıllarımda kendimi zaman zaman Orhan Pamuk okumaya çalışmakla cezalandırdığım olmadı değil ama ,sonra yaşım ilerledikçe kendimi sevmeye başladım ve bu cezadan vazgeçtim.
Dolayısı ile  bir kapının önünde beklemenin 5 sayfa anlatıldığı,yetmeyip döne döne tekrar anlatıldığı romanları okumadığım için kara kitapta sevgili Alaaddin’den nasıl bahsedildiğini bilmiyorum.
Ama 20 sene önce bu roman çıktığında Alaaddin’in
Sigara,gazete,ciklet almaya gelenlere
‘’İçinde beni de anlatıyor’’
 diyerek bol bol kitabın promosyonunu yaptığını hatırlıyorum.
Alaaddin’i anlatmak için şöyle bir örnek vermeliyim.
Bir iş yapmak istiyorsunuzdur,gözünüze bir dükkan kestirirsiniz.
‘’Sağa sola sahibi kim?’’
 diye sorarsanız % 80 alacağınız cevap
‘’Alaaddin’in dükkanı orası,onunla görüş’’
 olur.
Şahsen kendim de onun dükkanlarından birinin olduğu bir apartımanda yaşamaktayım.
Yaz kış,yılbaşı,cumartesi,pazar, bayram seyran Alaaddin hep büfesinin başındadır.
Zaten kendisinin orada olmadığı bir gün
Nişantaş’ının ritmi bozulacak,orası Nişantaş değil başka bir yer olacaktır.
Eşi, kızı oğlu hep o dükkandadırlar.
Ben zaman zaman Alaaddin ve
Ailesinin hiç tatile gidip gitmediğini merak ederim ama sormaya hiç
Cesaret edemedim.
3-4 sene önce oğlu evlendiğinde,
‘’Oğlan Avrupa’ya balayına gitti,geziyor ‘’demişti sahi,şimdi hatırladım.Ha bir de oğlanın Porshe mi, Ferrari mi öyle bir araba aldığını duymuştum ama kendisiyle hiç dükkan dışında karşılaşmadığım için gözümle görmüş değilim.
Sadece dükkanını yenilemeden önce o dükkanda hiç envanter tutulup tutulmadığını merak ederdim.
Bir de bunca sene hiç elime Alaaddin büfeden alınmış bir fiş geçmediğinden,fiş  kestikleri gün neler  hissedeceğimi çok
merak ediyorum.
Herhalde fişi camlatıp kişisel tarihimde Alaaddin’in
dükkanından alınma fiş ve bir ilk olarak duvarıma asacağım.
İlerde antika müzayedelerinde falan elinde bu tip bir fiş olan sayılı insanın açık arttırmaya koyarak iyi para kazanacağını tahmin ediyorum.
100 liralık kitapta alsanız fişsiz satış kuralı asla
değişmez ,bu Alaaddin büfenin olmazsa olmazlarındandır.
Zaten kredi kartı falan gibi şeylerde asla söz konusu olmayacağı için öyle Allah ne verdiyse geçinip giderler işte.
Ama itiraf etmem gerekir ki,Alaaddin dünyanın en çalışkan adamlarından biridir.Bir de eğer bir yazar kasaları varsa o (!)
kasadan arada bir fiş diye bir şey çıkartsalar)))
Bir diğer semt klasiği de kuşkusuz Teşvikiye camiidir.Sosyetik ölülerin cenazesinin kalktığı yer.
Eskiden insanlar cenazelere mümkün olduğu kadar sade giyinip giderlerdi değil mi?Şimdi ne kadar süslü o kadar iyi..
Cenazelere makyajsız gitme adeti kuşkusuz
burada geçerli değildir.Herkes yapılı saçları,püfür püfür elbiseleri ile gelir.Ha bir de olmazsa olmaz koyu renk güneş gözlükleri ile.

         Hadi yaz günü anladım da,kışın karanlık bir havada cenazelerde o koyu renk gözlükler niye takılır onu hiç anlayabilmiş değilim.
Yıllar önce Erenköy camiinden çok sevdiğim bir arkadaşımın kayınvaldesinin cenazesi kalkıyordu.Hiç unutmam ben göze batmamak için ve saygısızlık olmasın diye üzerime dümdüz bir lacivert palto geçirip gitmiştim.
Aman efendim ne büyük bir gaf..En son model kürk mantolar ortada,
eteği volanlı mı istersiniz,kızlarından güzel çıtır annelerin giydiği
,kısa ,uzun,renkli renksiz  kürklerle tören
Fendi’nin kış koleksiyonu resmi geçidi gibiydi.
Kendimi bir anda kapıcının kızı gibi hissetmiştim.
Hele 65 yaşındaki neredeyse playboy sayılacak bir beyefendiyi lacivert ,önü siperlikli denizci şapkası gibi bir şapka ve
son model kocaman güneş gözlüğü ile görünce, içimden
‘’Özcan herhalde arkadaşının ömründe hiç karşılaşmadığı kayınvalidesi için hüngür hüngür ağlamaktan korkuyor,gözlerindeki kırmızılıklar belli olmaması için taktı bu gözlüğü  ‘’diye
 dalga geçmiştim.
Evet hanımlar makyajsız sokağa çıkmayı sevmez,
cenazelerde aile yakınlarının dağınık hallerini gizlemek için o kara gözlükleri takmasını anlıyorum da, diğerlerininkini anlayamıyorum.
Herkes CIA ajanı mübarek veya Ray Ban kapıda durup bedava gözlük dağıtıyor.
İşte Nişantaşı’n da öğle vakti trafik tıkanmışsa  veya havalı arabaların başında iş adamı kılıklı özel şoförler bekliyorsa bilin
ki Teşvikiye camiinden bir cenaze kalkıyordur.






Nişantaşı kafelerinin en güzel zamanları bu zamanlardır.
         Çünkü vakit darlığından muzdarip sosyetik halkımız cenazeden sonra buralara konuşlanıp birer çay kahve içmeyi veya yemek yemeyi adet edinmişlerdir.
Genelde yıllarca görülmeyen dostlar arkadaşlar bu törenlerde görülür ve sadece birilerini görmek için, ahbaplarının yedi kat el kayıplarının cenaze törenlerine giden kişiler vardır.
Yani Teşvikiye camiinden kalkan cenazeler aynı zamanda sosyal
bir buluşma ortamı oluşturur.
En son gittiğim Atilla Aksoy’un cenazesinde yere kırmızı halı serilmişti ve etrafı kordonlarla çevrilmiş halının üzerinde herkes aileye baş sağlığı dilemek için düğünlerdeki takı kuyruğu gibi kuyruğa girmişti.
Tabi kalabalık yüzünden karışıklığa imkan vermemek  için yapılan bu düzenlemeyi normal karşılıyorum da,
ya cenaze namazı bile kılınmadan caminin ön kapısından girip
aileye gözüktükten sonra arka kapıdan kaçanlara ne demeli?
Sevdiklerimizi uğurlarken bile dostlar alışverişte görsün durumuna ne zaman geldik?


Nişantaşı günlüklerimiz devam edecek)))

(Bu yazı 2010 yılında seri halde sözcümagazinde yayınlanmıştır.)


NİŞANTAŞI GÜNLÜKLERİ (1)Nişantaşı’nda oturmanın dayanılmaz ağırlığı


1987 yılında Nişantaşı’nda Abdi İpekçi caddesinde oturduğumuz evin  karşısında bir garaj,yanında dakırık dökük sandıkların içinde buruşuk elmalar satan bir  manav dükkanı vardı.Şimdi ki  Prada mağazasının yerinde de Kızılay’a ait eski, yüzlü bir bina.
Sonra ne olduysa oldu,önce manavın yerine el kondu.
Bir müddet sonra da   yolun karşı kıyısındaki mahalle berberimiz yok oldu. 
Restoranlar,butikler derken Rumeli caddesinin gözden düşmesiyle  sonuçta  parlayan yıldızıyla  bir başka yer  oldu Nişantaşı.
Üstüne üstlük yıllarca  Avrupa yakası gibi bir dizi gündemimize oturunca Nişantaş’ında oturan insanlar da farklı bir kategoride değerlendirilmeye başladılar.
Eğer hep bu semtte yaşıyorsanız farkında bile olmazsınız bunun.
Çünkü asla şık ve lüks bir semtte oturduğunuzu düşünmezsiniz.
Orası bildik bileli yollarını arşınladığınız bir mahalledir sizin için.
Sonra semtin dışına çıkıp,hele bir de uzak semtlerde oturan birileri ile bir vesileyle iş yapmaya başladığınızda birden farklı görüldüğünüzü hisseder  ve şaşırıp kalırsınız. 
Mesela ekonomik krizden falan bahsedip pazarlık etmeye başladığınızda   eğer o inanılmaz soruyla karşılaştırsanız yandınız demektir.
’Semt neresi abla’’diyebaşlayan alalede bir soruya doğrucu Davutluk edip  ‘’Nişantaşı’’ demeyin de ne derseniz deyin.
Eğer ağzınızdan kaçırıp söylediyseniz,o  andan  itibaren kayıp noktasına doğru yön değiştirdiğinizi de bilmelisiniz.
Siz artık yaftalanmış,etiketlenmiş,cebinde parası olan dolayısıyla da o satıcının gözünde  her şekilde kazıklanmayı hak etmiş bir insansınızdır.
Ya söylenen fiyata razı olun,ya da çıkıp gidin oradan.
Bir kuruş bile pazarlık hakkınız kalmamıştır.Çünkü siz Nişantaşı’nda oturuyorsunuz.
Bu arada sakın kendi semtinizde farklı bir muamele göreceğiniz gibi bir yanılgıya  düşmemelisiniz...
Burada da Zeytinburnu’ndan gelen tezgahtar size haddinizi bildirmek için  hazır ve nazırdır(çünkü o butikte çalıştığına göre devreye kontenjandan girmiş bir Nişantaşılıdır) 
’’ama bu fiyat bunun için biraz fazla’’ dediğiniz anda, gözleriyle sizi baştan  aşağı süzer ve burnunu havaya kaldırarak
 ‘’Burası Nişantaşı hamfendi,siz gidin o zaman daha ucuz yerden alın,ona göre kalite ‘’der ve arkasını döner.
 O kalite dediği malı geçen sene Floransa’daki açık  pazarda 20 Euro ya  gördüğünüzü,şimdi bu allı pullu dükkanda daha prezantabl sunuluyor diye kalitesinde bir değişiklik olmayacağını söylemek istersiniz .
Ama  daha fazla nefrete maruz kalmayı kaldıramayacağınızı hissedince,
çakma Nişantaşı'lının(!) karşısında,orada bulunmayı hak etmemiş dış kapının dış mandalı  olarak  görülen mütevazi ve terbiyeli  bir Nişantaşı'lı  olarak size yapılan bu aşağılanmayı sindirmeye çalışarak dışarı çıkarsınız.
En iyisi ben biraz Nişantaşı’nın yerli halkı hakkında  bilinmeyenleri anlatayım da uzaylı yaratıklar muamelesi görmekten kurtulsunlar zavallılar.
Nişantaşında oturanlar nasıl insanlardır?
Nişantaşında oturan kişilerin çoğunun öyle lüks arabaları cipleri ,Porsche leri falan yoktur.Çünkü hem bu semtte oturup jeep kullanmanın görgüsüzlük olduğunu düşünürler.Hem de her yere yürüyerek gittikleri ve semtte de ciddi bir park yeri sorunu olduğu için araba almayı gereksiz bulurlar.
Paralarının hesabını gayet iyi bilirler ve onların pahalı ucuz kavramları daha çok bu semtteki yerlerle sınırlıdır.
Yani Nişantaşı hudutları içinde yemek,kahve,çay,nerede ucuz nerede pahalı gayet iyi bilirler.Kendi  kriterlerini dikkate alarak devamlı takıldıkları yerler vardır ve bunlar genelde Nişantaşına dışarıdan gezmeye ve alışverişe gelmiş insanlarla aynı değildir.
Çoğu Nişantaşılı birisi tarafından davet edilmediği, mecbur kalmadığı sürece hani şu eskiden Gülse Birsel'in Avrupa yakası dizisinde  adeta bir semt klasiği olarak gösterilen Beymen Brasseri ‘de oturup yemek yemez.Hatta sağından solundan arabalar geçerken ,toz toprak yemeğinin üzerine yağıp kornalar zırıl zırıl çalarken insanların ne akla hizmet o masalarda zevkle yemek yediklerine şaşırıp kalırlar.
Ha görmek ve görülmek,paparazzilere yakalanmak için mi diyeceksiniz?
Nişantaşı ahalisi zaten her gün her dakika birbirlerini gördüklerinden böyle bir kaygıları yoktur.Hatta görülmemeyi tercih ederler.
Paparazzileri ve  onlara yakalananları gördüklerinde  
‘İnsanlar  ellerinde alışveriş paketleri ile görülmeye, bu kadar hevesliyseler hadi heveslerini alsınlar bakalım da,niye burada ve bu semtte diye düşünür  
istemedikleri bir tiyatro sahnesiyle karşılaşmış gibi hızlıca yürüyüp giderler.
Çünkü sokaklarda gördüğünüz o kokoş kadınlar Nişantaşı'lı olmayıp,oraya başka semtlerden alışverişe veya arkadaşlarıyla görüşmeye,görülmeye gelmiş kişilerdir.
Hiçbir Nişantaşı'lı kadın çok özel bir neden  olmadıkça dükkan dükkan gezip giyim alışverişine falan  çıkmaz.
Onlar modayı ve değişen vitrinleri zaten günlük yaşam koşuşturmaları içinde dükkanların önünden geçerken görür,ancak gözlerine ilişen bir şey olursa içeriye girer bakarlar.
Nişantaş’ında her on metrekareye bir kuaför salonu düşmektedir ki,bunların nasıl iş yaptığına en çok da semt ahalisi şaşar kalır.
Çoğu semt sakini manikür pedikür haricinde, her dakika fön çektirmek için kuaföre gitmeyi ve uzun uzun o koltuklarda oturmayı   saçma bulur.
Hanımlar genelde seçkin saç bakım ürünlerini kullanır ama bunu süsten ziyade bir sağlıklı yaşam programı içinde görürler.
Bu yüzden sokak aralarında yürürken kuaför dükkanlarının  içine baktığınızda elemanların  ya elindeki telefonda oyun oynadığını,ya da her birinin bir koltukta gazete okuduğunu görürsünüz.
Her nasılsa burada işe başlayan her kuför dükkanı bir süre sonra sanki doğurur. Bir dükkanda yetişen,eli biraz eli fön tutmayı öğrenen çıraklar hemen kendilerinin de tez zamanda patron olmaları gerektiğine karar verirler ve üçü beşi bir araya gelip 4 metre ilerde yeni bir kuaför dükkanı açarlar.
Bu yüzden eski semt sakinleri hangi kuaför dükkanına giderlerse gitsinler,orada muhakkak onları  çok eskilerden tanıyan en ez bir elemanla karşılaşırlar.


Semtin bekarlarının evinde pek fazla yemek pişmez.
Bu yüzden yolda birbirini gören yakın arkadaşların ,’’aç mısın?’’ sorusunun ardından  en yakın kafeye oturup birer bardak bir şey içmeleri veya bir salata yemeleri alışılagelmiş şeylerdendir.
Bu yüzden bekar kesim genelde  anne yemeğine hasret yaşamaktadır.,
Bir ahbaplarının evine davet edildiklerinde menüde dolma ,karnıyarık gibi yemekleri görünce muhteşem bir ziyafete konmuş modunda yaşayan kesime   örnek  teşkil ederler.
Genelde Nişantaşı’nda sosyal hayat yolda,markette,kitapçıda,dükkanda karşılaşmalarla sürer gider ve bu yüzden kimse kimsenin evine oturmaya gitmez.
Akıp giden hayatın ve günlük koşuşturmaların arasına sıkışmış bu ayak üstü sohbetlerle herkes diğerinin hayatındaki değişiklikleri öğrenir.
Çünkü o on dakikada karşılıklı hayat özetleri verilir, bu yüzden bu semtte  dostluklar hiç bitmeden yıllarca sürer.
Zaten semt sakinlerinin  takıldığı yerler bellidir ve herkes birbiri ile göz aşinasıdır.
Aşk kafe eski yeni herkes için gözdedir.
Semtin butik kitapçısı Reasürans pasajının altındaki Patika kitap evidir.
Sahibi Müslüm gelen herkesi tanır,tanımadıkları ile de tanışır ve size kendinizi özel hisettirir.Oradan alış veriş ederken, DR da kasanın arkasında duran  kızın algıladığı gibi  herhangi biri   olmadığınızı bilirsiniz.
Yıllarca o semtte oturan bir Nişantaşlı olmanın en çok tadını çıkaracağınız yer o kitapçıdır.İstediğiniz gibi oturur,kitap karıştırır,işiniz uzunsa çayınızı içer,kasada da kötü muamele görmeyeceğinizi, bile bile kredi kartınıza kaç taksit yapılacağını sorabilirsiniz.
Nişantaşı sakinleri genellikle cumartesi geceleri ev davetleri harici sokaklara çıkmayı sevmez, sinemayı tercih ederler.
Eskiden Milli  Reasürans Pasajının altındaki sinemaya giden sinemaseverler  City's açıldığından beri oradaki sinemalara  kaymıştır.
(Selin Melek Aktan'ın bu yazısı Nisan 2010 da bir dizi halinde  Sözcümagazin de yayınlanmıştır)