17 Kasım 2012 Cumartesi

NİÇİN SANAT ?


  Bu yazı 13 Şubat 2010, Cumartesi 11:29:44 eklenmiştir.

Yazar : Selin Melek Aktan
Sanat hayatı güzelleştirir, sevdirir, renk ve ahenk katar yaşamlarımıza...
Tarih : 18.11.2009 - 11:49:04
NİÇİN SANAT


Güzel bir müzik parçasıyla, güzel bir tablo veya dans ile kısa bir süre için bile olsa başka dünyalara gitmez miyiz hepimiz?
Peki, hayallerin ve güzel vakit geçirmenin dışında sanat bize ne verir?
Sanat sanat için mi, kendimiz için mi, yoksa toplum için mi yapılmalıdır soruları her zaman sorulur.
Bence sanatçı yaptığı şeyi, önce kendi mutluluğu için yapmalıdır.
Mutlu olan insan, etrafına daha çok ilgi gösterir ve toplumu daha kolay kucaklar.
Aydın ilimizde Aydın sanatçılar birliği geçtiğimiz günlerde Ata’ ya mektuplar  isimli çok güzel bir sergi açtılar.Katılım şartnamesi geldiğinde,elimdeki işlerin çokluğu yüzünden üzerinde pek yoğunlaşamadığım bir proje olarak kenara koymuştum..
Ama güzel bir tesadüf eseri etkinliği tertipleyen sanatçılardan Mürüvet Kayabay ile bir dostumuzun sergi açılışında karşılaşınca kendisinden, tüm şirinliğimi kullanarak müracaat süresi dolmasına rağmen beni de bu sergiye dâhil etmelerini rica ettim.
Mürüvet hanım aydın, akıllı, anlayışlı, son derece nazik, vizyonu geniş bir cumhuriyet kadını. Sanat camiasındaki egolarla, saçma sapan kavgalarla işi yok. Hatta haber aşamasında sergiye katılanların adlarını geçerken yaptığım iki önemli hatayı ve bundan doğan mahcubiyetimi büyük bir nezaketle kabul etti. Kendisinden ve tüm Aydın sanatçılar birliğinden isim yanlışlığı konusunda tekrar özür diliyorum.
Sergide sanatçılardan sadece resim yapmaları değil, Atamıza seslenen mektuplar da yazmaları isteniyordu.
Kim bilir kaç sanatçı, şu günlerde ülke olarak geldiğimiz noktaya bakıp içinden ‘’ah Atam Ah ‘’demiştir.
İşte bu sergi içimizden geçenleri ifade edebilmemiz için çok güzel bir fırsattı.
Aynı zamanda mektupların sergiyi gezen çocuklara okunması planlanıyordu. Atatürk’ü daha iyi anlatabilmek için hem yazım hem de görsel dilin kullanılması fikrine bayıldım. Ona ve fikirlerine ihtiyaç duyduğumuz, özlemle andığımız günler hiç bitmiyor.
Şu aşama da sanatçılara çok iş düşüyor.
Bunun bilincinde olan ve hemen harekete geçerek Ataya mektuplar isimli bu harika projeyi hayata geçiren Aydınlı sanatçı dostlarımı ve sergide emeği geçen herkesi kutluyorum.
Bu onların ilk etkinliğiymiş. Umarım daha uzun yıllar nice güzel etkinliklerini haber yapma şansımız olur.
.
Sanatın hayatımızı, ülkemizi güzelleştirmesini, toplumumuzu aydınlık bir geleceğe taşımasını ümit ederek herkese sağlık ve mutluluk dolu günler diliyorum.

Selin Melek Aktan'ın bu köşe yazısı 13 Şubat 2010 tarihinde Sözcümagazin'de yayınlanmıştır.

Ne İstediğimi Biliyorum..




20 Ekim 2009, 21:55

SELİN MELEK AKTAN

2006 senesinde  yolum,İtalya’da ortaçağdan kalma bir şehir  olan Ferrera ‘ya  düştü.

Etrafı su hendekleriyle çevrili,kızıl kahve taşlardan yapılmış kaleleri, koskocaman halkalar ve siyah demir menteşelerle süslü  büyük ahşap kapıları, kırmızı kiremitli saat kuleleriyle gerçekten de çok iyi muhafaza edilmiş oyuncak gibi bir şehirdi Ferrera.

İlk gözüme çarpan minicik kameralarıyla gördükleri her şeyin fotoğrafını çeken Japon turist grupları olmuştu.İnsan böyle yerlerde onları görünce herhalde millet olarak bu dünyada fotoğraflanmadık hiçbir köşe bırakmamaya ant içtiler diye düşünmekten  kendini alamıyor.

Bildiğiniz gibi İtalyan’ların öğlen 1 den saat 4 e kadar uzanan o uzun siestaları meşhurdur.

Öğle tatilinde dükkanların kepenkleri kapatıldığında  Ferrera’nın o daracık sokakları bomboş kalıyor.

Ve siz o sokaklarda dolaşırken kendinizi bir anda ortaçağa ışınlanmış gibi hissediyorsunuz. İnsana sanki  tahta kapının ardındaki çiçekli  avluya girse, uzun elbiseli bir  kızın kuyudan su çektiğini görüverecekmiş gibi geliyor.

Ortaçağ mimarisini çok güzel yansıttığı ve olağanüstü  iyi korunduğu  için Unesco  tarafından  dünya mirası listesine alınan Ferrera, İtalya’ya defalarca gitmeme rağmen benim de o yıla  kadar adını bile duymadığım bir şehirdi.

Ama uluslar arası bir sergi nedeniyle gündemime giren bu şehrin ,oradaki bazı  gözlemlerim nedeniyle  daha sonraki hayatımda önemli bir yeri oldu.

Hayat insanları eğitiyor.Şimdi düşünüyorum da insanın her yaşta etrafa bakışı ve dikkat alanına giren şeyler değişiyor.Eskiden hiç dikkat etmediğim şeylere dikkat eder oldum.

Gittiğim ülkelerde  eğer musluktan akan su içilebiliyorsa yıllardır şişe suyu içmek zorunda kalan bir insan olarak ,sularını arıtan ve içilebilir hale  getiren idarecileri kutluyorum.

Kaldığım otelin banyosunda, temizlik için harcanan sular ve deterjanlar nedeniyle doğal dengenin bozulduğu,bu yüzden sadece değiştirilmesi gereken havluları yere atmamızı öneren bir not varsa  içimden bir takdir duygusu yükseliyor.

Gördüğünüz gibi son senelerde şehircilik ve çevreciliğe takmış durumdayım.

Çünkü seneler içinde gördüm ki,modern ve ileri teknolojiye sahip ülke demek, sadece sokaklarında şık insanların dolaştığı, muhteşem restoranları veya  cicili bicili alışveriş merkezleri olan  ülke demek değil.

Üstteki pırıltıyı kazıdığınız zaman,yüzeyde ilk bakışta göze çarpmayan sorunlarını  çözmüş, ciddi anlamda alt yapısı kuvvetli ülkeler gerçekten çağı yakalayabiliyorlar.

Ferrara’da yıllardır Avrupa’nın pek çok kentinde uygulanan ve yavaşlatılmış  şehirler  adı verilen bir proje uygulanıyor.

Bu projelere ,dünyanın bozulan ekolojik dengelerini ve çevre kirliliğini önlemek için geliştirilmiş  bir nevi  karşı girişimler  diyebiliriz..

Yavaşlatılmış şehirlerde araba yerine mümkün olduğu kadar bisiklet gibi çevreye uyumlu araçlar kullanılıyor.
Yüksek katlı binalara,gökdelenlere izin verilmiyor.

Fast  food zincirlerine sıcak bakılmayan bu şehirlerin dükkanların da  daha çok ekolojik ürünler satılıyor.
Amaç son derece temiz,bakımlı,gürültüden ve çevre kirliliğinden uzak hayatın keyifle yaşanacağı şehirler yaratmak. Benimse yavaşlatılmış şehirdeki ilk günüm olaylı başladı.


Tren istasyonundan çıkıp şehir merkezindeki otele geldiğimizde vakit gece yarısını geçiyordu.O telaşla,içinde sergilenecek tabloların  bulunduğu paketi  taksinin bagajında unutmuşuz.Ben sinir krizleri içinde tepinir ve arkadaşımı   dikkatsizlikle suçlarken resepsiyondaki memur;

“- Hiç merak etmeyin,bu şehirde hiçbir şey kaybolmaz” dedi.
“-Şoförler unutulan eşyayı telsizle şehirde tüm taksilerin kayıtlı olduğu  merkeze bildirirler.Şimdi onları ararım,eğer gerçekten takside unutmuşsanız  yarın muhakkak paketiniz elinizde olur” diyerek beni rahatlattı.

Gerçekten de ertesi gün tablolarım bana geri gelmişti.Turistlerin uğrak yeri olan bir şehirde bu kadar düzgün bir sistemin kurulması beni etkilemedi dersem yalan olur.

Oteldeki  ilk gecemizin  ertesi günü caddeden gelen seslerle uyandığımda saat daha sabahın 7.30 uydu.
Şehrin küçük meydanını gören  camdan dışarı baktım ki, bir de ne göreyim? Otelin önüne pazar kuruluyor.
Körün istediği bir göz Allah verdi iki göz.

Seyahatlerimde semt ve  bit pazarlarını, ikinci el dükkanları, gezmeye bayılırım.

Gerçekten de yığınların arasından kimsenin gözüne çarpmayan hoş şeyler bulup çıkartmak bana  muhteşem bir  zafer duygusu verir.Kendimi çok ayrıcalıklı hissederim.

Bu sayede geçen sene Prag’da dolaşırken, annemin çok beğendiğim halde  yıllardır el koyamadığım ,1960lar dan kalma astragan mantosunun bir benzerini 80 liraya alıp arkadaşlarımı delirtmişliğim vardır.

Kot  pantolon dahil her şeyin üstüne  giydiğim o palto,bütün kış Nişantaşı sokaklarında ellerim cebimde,yüzümde mutlu bir tebessümle dolaşmama sebep oldu.

Aslında tüm moda tasarımcıları,bir avcı dürtüsüyle en uyduruk dükkanlara dalıp ,tüm askıları didik didik etmeye bayılırlar.

Size bir sır vereyim mi?Yeni zannettiğiniz bir çok trendin çıkış noktası çoğu kez dizayn ırların  her fırsatta hallaç pamuğu gibi attıkları o  dükkanlardır. Aynı nedenlerle geçici pazarlara da bayılırım.

O günde otele  numarası tek kaldığı için tanesi 5-6 euroya satılan birkaç çift harika İtalyan ayakkabısıyla dönme mutluluğuna eriştim.

Öğleden sonra aynı güzergahta yürüdüğümdeyse ,iki saat önce  burada cıvıl cıvıl bir pazar olduğunu hayal etmenin neredeyse imkansız olduğunu fark ettim..Etraf pırıl pırıl.Yerde ne bir kağıt parçası,ne de en ufak bir çöp.

Daha sonra markete gittiğimde kasiyer kızın ,elimdekileri koymam için verdiği alışveriş torbasına 2 euro istemesi beni şaşırttı.

‘Bu İtalyanlar’ da ne kadar cimriler böyle.Market torbası için  paramı  istenirmiş?Ne ayıp  bir şey ‘’diye düşündüğümü hatırlıyorum.

O sırada arkamda bekleyen genç bir kadının çantasından bir file,evet çocukken annelerimizin kullandığı şu ip filelerden birini çıkardığını fark ettim.

Anlaşılan o ki ,çevreyi korumak için mümkün  olduğu kadar az  torba kullanılmasını teşvik etmek amacıyla her torbaya  2 euro  para alıyorlardı. Benim ve herkesin evindeki naylon torba yığınlarını   düşününce  ne kadar haklı olduklarını anladım.

Şimdi düşünüyorum da ne pratik bir şeydir  aslında o ip fileler.Üstelik yer de kaplamaz.Yıka yıka kullan.Belki biz de bu sisteme geçmeliyiz.

Çevrecilik konusunda nerelerde olduğumuzu görmek için aslında çok da uzağa gitmemize gerek yok. Seçim öncesi evlerimize sarı güller göndererek  Avrupai(!) anlamda bir kampanya yürüten belediye başkanımızın ,kamyonların tepesinden şarkılar türküler eşliğinde  kırmızı karanfiller fırlattığı Nişantaşı sokaklarına bakmak yeter.

Tüm medeni ülkelerde,kağıtlar,plastikler,karton kutular,şişeler ,yiyecekler ayrı konteynırlarda toplanır.Herkes haftanın hangi günü hangi tür çöpün toplandığını bilir ve çöpü o konteynıra atar.

Bugün bir köşesinden tutunacağız diye kendimizi parçaladığımız Avrupa topluluğu ülkelerinde süt, mama, ilaç çamaşır tozu kutuları,çocuk bezleri bile içerdikleri maddelerin ayrı olması nedeniyle ayrı  çöp kutularında toplanmakta ve işlenerek farklı  biçimlerde  tekrar  ekonomiye kazandırılmaktadır.

İstanbul’un en medeni semti olarak tanıtılan Nişantaşı’nda ise bu ayırım her gece  çingeneler tarafından elle yapılmakta ve akşam saatlerinde karton kutulardan deşilip  dışarıya bırakılmış çöpler nedeniyle  kaldırımlar mezbeleliğe dönmekte.

Onlara basmadan yürüyebilmek için gözünüzü dört açmanız gerekiyor. Nişantaşı’nı örnek mahalle yapma söylemiyle yıllardır Şişli Belediye Başkanlığı görevini yürüten ve şimdi de büyük değişime soyunan sayın Mustafa Sarıgül , bu konularda nasıl  bu kadar duyarsız olabilmektedir, tabi bunu anlayabilmek mümkün değil.

Sokaklarımıza üzeri etiketlenmiş farklı konteynırlar  koymak ve insanların evlerine birer kağıt yollayarak hangi gün hangi tür çöpün toplanacağını  ilan etmek  o kadar zor bir şey midir?

Kendisi senelerdir böyle dış görünümü Avrupa standartlarını yakalamış bir semtte, ağaçları süslemek yerine,çevreciliği dikkate alıp ,çöpleri geri dönüşüme uygun bir  ayrıştırma  sistemi ile toplasaydı ,bence  hem öze hem de göze hitap eden faydalı bir yatırım yapmış olurdu.

Biz de çağı yakalamış Avrupai  başkan olmanın sadece el sıkmak ve lacivert takım elbiselerle vatandaşlara gülümsemek olmadığına dair güzel bir örnek görmüş olurduk.

İstanbul’da yıllar önce bir geri dönüşüm fabrikası kurulduğunu ve işleyecek malzeme bulamadığını biliyor muydunuz?

Kullanılıp atılmış şeylerin geri dönüşümü sadece çöp dağlarının yok olması değil,aynı zamanda  memleket ekonomisine de katkı demektir.

Duyduğuma göre dünya markalarıyla ünlü semtimizde yakalayamadığımız standardı şimdilerde Ata şehir Belediyesi yakalamış.

Onların çöpleri  bir gün piller,şişeler,öbür gün teneke kutular veya kağıtlar gibi olması gerektiği şekilde toplanıyormuş.

Muhtemelen bu uygulamayı hayata geçiren benim bilemediğim daha başka semtler de vardır.  Ne mutlu onlara ...

Kim bilir belki de onların belediye başkanları Türkiye’yi idare etmeye kendini yeterli  görmediği için bizden daha şanslıdırlar.

Avrupalılık,bir takım markaları giyip çıkarmak değil,eğitim,çevre, üretime katkı gibi  ülke kalkınmasında payı olan  esas konularda daha bilinçli davranmak demek..

Bu da hepimize vatandaş olarak, haklarımızı savunmayı bilmek gibi ayrı bir sorumluluk  yüklüyor.

İsviçre’ de karşıdan karşıya  yanlış bir ışıkta geçerseniz yanınızdakiler  size müdahale eder ve siz; ‘’can benim canım, size ne? Ölürsem ben öleceğim veya sakat kalacağım’’ diyemezsiniz.

Size ‘’Can senin canın,ama burada yaralanırsan seni hastaneye kaldıracak cankurtaranın,yapılacak acil müdahalenin,buraya gelecek polisin parası benim vergilerimle ödeniyor. Bu şekilde benim vatandaşlık haklarımı gasp edemezsin ’’ diye cevap verirler.

Siyasilerin rüşvet alarak sağladıkları kazancın inkar edilemez boyutlara geldiği bir ülkede en büyük tehlike bunun kanıksanır hale gelmesi ve vatandaşların da hesap isteme konusunda kendilerini aciz hissetmeleridir. ‘’Bal tutar parmağını yalar,hizmet etsinler de, varsın onların da cepleri dolsun‘’ şeklindeki razı oluş  değişmedikçe bu ülkenin iki yakası bir araya gelmeyecektir.

Ne olur artık bir şeylerin farkına varalım... Siyasilerin cebine giden her haksız kazanç, sokağınızdaki kırık kaldırım taşları,çocuklarınızın okulunda yanmayan kaloriferler,sönmüş lambalarıyla karanlık sokaklar, arabanızı mahveden kötü asfaltlanmış yollar demektir.

Rehabilitasyonlarına bütçe ayrılamayan ve sokaklarda yatıp kalkan çocuklar ise gelecekte soyulacak evler,gasp edilecek iş yerleri ,yeni kap kaç vakaları,okul önlerinde sizin evlatlarınızı  zehirlemek için bekleyen uyuşturucu satıcıları demektir.

Her türlü suiistimal,bir gün bilin ki eksik ve bozuk bir parça olarak bu topluma geri dönecektir.

Bu yüzden bundan böyle  bu ülkede gerçekten hak etmediği sürece hiç kimseye oy vermemeye, kötünün iyisine  razı olmamaya kesin kararlıyım.

Ta ki oyumu isteyenler ne olmaları  gerektiğini anlayana  kadar.

Oyuma talip olan siyasilere, son bir sözüm var.

Dama taşı gibi oynatılmaktan, sanki hiçbir şey bilmiyormuşuz gibi sürekli kötü şeylerin bize iyi diye yutturulmasından, yalanlarınızdan  dolanlarınızdan  bıktım usandım.

Bir vatandaş olarak artık ne istediğimi çok iyi biliyorum. EN İYİSİNİ...

Kusura bakmayın ama vasatlar da ilgi alanıma girmeyecek bundan sonra.. Çıtayı yükselttim.

Sizlerden, talip olduğunuz mevkilerde vereceğiniz hizmetlerin

EN iyisini,En mükemmelini, EN dürüstünü  istiyorum...

Ve hak ettiğime inandığım bu standartlardan bundan böyle asla taviz vermeyeceğim.
Hodri meydan  diyorum.

İmza:

Nihayet aklı başına gelmiş,verilenle yetinmeyen, mağdur ve bilenmiş bir TC vatandaşı.

Herkese güzel bir hafta.

16 Kasım 2012 Cuma

Mısır'da bir Atatürk kızı-2




05 Ekim 2009, 08:13
Selin AKTAN

Mısırda bir türk kızı yazımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Yazının1.bölümünü okumak için lütfen yazarın arşivi bölümünden MISIRDA BİR ATATÜRK KIZI (1)kısmına giriniz.

-Kadınlar Suudi Arabistan’da araba bile kullanamazlar dedi.
Ama burada Mısırlı bazı sanatçılar görüyorum, ve onlar açık dedim.
-Burası Sharm El Seiyh ,tatil yöresi ve turistik bir yer olduğu için başları açık,hepsi Kahire’ye veya İskenderiye’ye dönünce başlarını örtecekler,böyle dolaşamazlar dedi.

Gerçekten de son gün serginin, resmi protokol erkanının katıldığı açılış davetinde ,birkaç gündür normal elbiseler içinde gördüğüm tüm Mısırlı sanatçılarda kapandılar.

Ama olay sadece kapalı veya açık giyinme meselesi değildi.

Sonra konu çok ilgimi çektiği için ülkelerimizdeki yaşam şartları konusunda birbirimizi sorguya çektik.

Bu arada ikinci akşam yemeği buluşmamızda hocam elinde bir kolye ile geldi ve sanatımdan, kişiliğimden çok etkilendiğini, eşinin onun sanatla olan ilişkisini hiç anlayamadığı için mutlu olamadığını anlatarak bana evlenme teklif etti.

Hayatımda aldığım en hızlı evlenme teklifiydi.Önce dalga geçiyor sandım. Şaşkınlık içinde;
-Ama siz zaten evlisiniz. Hem sizi daha çok yeni tanıdım demişim.

İçimden bu da bu çeşit bir çapkın, kur yapmak için pat diye evlenme teklifi etti derken,O
- Ama seni nasıl tanıyacağım ki, dedi.

Sonraki konuşmalarımızdan anladım ki onların adetlerinde ,öyle birbirini tanımak için flört etmek falan yoktu ve bana evlenme teklif ederken de çok samimiydi. Çünkü evli olsa da, ikinci bir eş alma hakkı vardı.

İslam ülkelerinde 3-4 eşe kadar evlenilebileceğini herkes gibi ben de biliyordum. Ama insan kendisi böyle bir durumla karşılaşıncaya kadar, bunun nasıl bir şey olduğunu idrak edemiyor.Orada kaldığım süre içinde bir kaç evlilik teklifi daha oldu ama hepsi ya ikinci,ya da üçüncü eş konumundaydı.



Ülkemizde istenmeyen bir hamileliğin cerrahi müdahaleyle sonlandırılabileceğine ve bunun yasal olduğuna inanamadı.

-Niye?diye sordu.
-Nüfusumuz artıyor,doğum kontrolu gerekiyor deyince,
-Siz de doğum kontrolu yasal mı,ama çocuklar tanrıdan bize gönderilen hediyelerdir.Rızkları ile gelirler bu dünyaya .Mısır’da doğum kontrolu falan yapılmaz.diye tamamladı sözlerini.

Bir an tam da Tayyip Erdoğan gibi konuştu diye aklımdan geçirdiğimi
hatırlıyorum.
-Peki bir kadın kendi başına çocuk sahibi olabilir mi ? Öldürülmez mi ?dedi.
-Vallahi pek geleneksel bir durum olmasa da toplumsal olarak böyle bir sorumluluğu kaldırabileceğine inanıyorsa tabi ki doğurabilir.Kanunen bir sorun yok.dedim.
-Ya Baba ?diye sordu
-Baba çocuğunu nüfusuna almak zorunda. Ama itiraz ederse de kadın mahkeme yoluyla çocuğun ondan olduğunu ispat etme hakkına sahip diye izah ettim.
Çok şaşırdı;
-- Bizde bu kadın hemen öldürülür.dedi.


O güne kadar bu ve bunun gibi konularda düşünmek hiç aklıma gelmemişti.

Atatürk bize öyle bir ülke bırakmıştı ki,bunlar için mücadele vermek zorunda kalmamıştık. Aksini görmediğimizden, başka ülkelerde kadınların nasıl yaşadığını unutuyor, elimizde ne önemli ayrıcalıklar olduğunun farkına bile varmıyorduk.

-Bir kadın evliliğini sürdürmek istemiyorsa, kocasına dava açıp ayrılabilir deyince şok geçirdi.
-Çok şanslısınız.Gerçekten Türkiye farklı bir ülkeymiş dedi.

Bütün bu konuşmaların sonunda o ülkelerde bir kadın olmanın nasıl bir şey olduğunu daha iyi anladım.

Daha önce, yapmış olduğu sanat eserleriyle gözümde büyüyen hayranlık duyduğum o babacan adam,bütün bu duyduklarımdan sonra karşımda birden bire kendimi asla bir arada düşünemeyeceğim bir arap erkeğine dönüşüvermişti. Bir yandan da ona acıdığımı hissettim. Her ne kadar yaşamının büyük bir kısmını yurt dışında geçirmiş de olsa,bir yerde o da sistemin çarklarına takılıp kalıvermişti ve zarif sanatçı kişiliği ile doğduğu ülkenin dayattığı şartlarda yaşamaktan son derece mutsuzdu.


-Avrupa’yı özlüyorum.
Ama ben Mısır'lıyım.Kendi ülkemde,ama daha medeni bir ortamda yaşayabileceğim bir hayatım olsun isterdim dedi.

Atatürk kadınları konulabilecek en özel yere koymuştu. Büyük başarılar değerli anaların yetiştirdikleri seçkin çocukların yardımıyla meydana gelir. » sözüyle de anneliği taçlandırmıştı.

Belçika’nın en zengin ailelerinden birinin hanımı ile, bir gün bir yemekte sohbet ederken Türkiye’de 1934 yılından beri kadının seçme ve seçilme hakkı olduğunu söylediğimde gözleri fal taşı gibi açıldı.Onlar bu hakkı 1960 da almışlardı,İsviçreliler ise 1974 de. Suudi Arabistan da ve İran’da ise kadınların hala oy hakkı yok.

Düşünebiliyor musunuz İsviçreli kadınlardan tam 50 sene önce bizler bu ülkede bir bireydik.Çünkü tarihimizden bir Atatürk gelip geçmişti
ve biz onun çocuklarıydık.

Onun hayal ettiği kadınlar, analar olarak, vatandaşı olmaktan onur duyacağımız bir Türkiye yaratmak,sizce de bizlerin görevi değil mi?

Ben her yurt dışına çıktığımda ve yabancı bir ülkeye ayak bastığımda bunun önemini daha çok anlıyor ve onun sayesinde sahip olduğumuz değerlerle gurur duyuyorum.


14 Kasım 2012 Çarşamba

Mısır'da bir Atatürk kızı-1






03 Ekim 2009, 14:55

Selin AKTAN





Özellikle Kızıldeniz ‘de dalmaya meraklı olanların rağbet ettiği Sharm El Seiyh, son yılların en populer tatil yörelerinden biridir.



Bir gemiyle Nil nehrini baştan sona geçmek için Mısır’ a ilk gidişim bundan 20 yıl öncesine dayanır.

Çok sıcak bir iklim olduğundan tarihi tapınakları gezmek için her sabah 5.30 da kalkıyor,saat 8.30 gibi de gemiye geri dönüyorduk.



Çok enteresan bir ülke olmasına rağmen,erken kalkmaktan nefret eden ben topu topu 3 gün sonra ; ‘’izci kampında mıyız,ne biçim bir gezi bu böyle.Üstelikte bütün taşlar birbirine benziyor’’ diye sızlanmaya başlamıştım bile..



O seyahatimde yerel halkla bire bir iletişime geçme fırsatım hiç olmamıştı.





Geçtiğimiz şubat ayında Sharm El Seiyh’e uluslar arası bir sanat sempozyumuna davet edilince sevinçle kabul ettim.



Eskiden gittiğimde niye orayı görmedim diye düşünürken öğrendim ki o yıllarda burası İsraillilerin elindeymiş ve ancak birkaç yıl önce Mısırlılara geçmiş.



Miami’deki sergimin açılışından 2 gün sonra,12saat süren bir yolculukla NewYork’tan İstanbul’a dönmüş, evimde sadece 8 saat kalıp, akşam uçağıyla hemen Kahire’ye hareket etmek zorunda kalmıştım..



Arkadaşlarım sağ olsunlar her dakika ’’Orada işin bitince Japonya üzerinden buralara da uğramayı unutma, bir kahvaltı edip gidersin’’ diye benimle dalga geçen mesajlar atıp duruyorlardı.





Düşünüyorum da fiziki olarak insanı zorlayan tüm bu koşuşturmalar ancak işinize çok aşıksanız çekiliyor.



Daha çok Arap ülkelerinden gelen Ortadoğulu sanatçıların olduğu sempozyumda Türk sanatçı olmam dolayısıyla olağanüstü bir ilgi görüyordum.Anlaşılan o ki,herkesin bir şekilde Türkiye ile bir kan bağı vardı.Kimi ülkemizden gelin almıştı,kimisinin annesi Türkdü.



İnanılmaz derecede aksansız bir türkçeyle konuşan Aymar isimli bir sanatçı, Arabistan büyükelçisinin oğlu olarak 10 yaşına kadar Ankara’da yaşadığını ve babasının görevi nedeniyle ülkesine dönerken ne kadar ağladığını anlattı. Söylediğine göre uzun yıllar Ankara’yı özlediği için Arabistan’a alışamamıştı.



’’Türkiye benim vatanım gibiydi’’ diyordu. Evlenmeden önce ailesiyle sık sık İstanbul’a gittiği için eşi de Türklere hayrandı ve gülerek ilk tanıştıkları zaman, Aymar’ın türkçe konuşabilmesinin onu ne kadar etkilediğinden bahsetti.



Tabi bir de o sıralar gümüş isimli dizi ülkelerinde çok popüler olduğu için güzel görüntüler nedeniyle görmeden İstanbul’a aşık olanlar vardı.



Beni en çok şaşırtansa bizim ülkemizden Suudi Arabistan’a gelin giden kızlar olduğunu öğrenmek oldu.Hem de sayıları tahminimden fazlaydı.Bir an önüme milyarlarca lira para konduğunu düşündüm.

Memleketimi terk edip,Suudi Arabistan’da yaşayabilir miydim?





Yaşayamazdım herhalde.





Sempozyumun ikinci günü, Türklere bu derece sempati duyan sanatçılar grubunun içinde,bir de bizi hiç tanımayan 65 yaşlarında bir profesörle tanıştım.Halen Alexandria Üniversitesinde dersler veren profesör Faruk Wahba..





Mısırlı sanatçılar dünya sanat piyasasında var olmak için nasıl bir yol izlemeliler konulu bir konferans vermeye gelmişti.

CV sine bakınca dünyadaki pek çok müzede işleri olduğunu,uzun yıllar Mısır’ın kültür ataşeliğini yaptığını ve hayatının büyük bir kısmını Avrupa’da geçirdiğini gördüm.



Aldığı ödüllerle yaptığı işlerle dünya da sanat piyasasında yerini almış bir sanatçıydı. Ufak tefek, bol pantolonlar giyen, güler yüzlü, babacan bir adamdı.



Bazen yaptığınız işteki başarınız boyunuzu daha uzun,yaşınızı daha genç gösterebilir. Ben de onun yaptığı işlere ve kat ettiği mesafeye hayran olmuştum.



“ -Venedik Bienali’ne katılmışsınız, İstanbul’a niye gelmiyorsunuz?”



“- Bizim de bir bienalimiz var” dedim.



“- Selin’ciğim ben genelde müslüman ülkelere gitmiyorum, burası kendi ülkem olduğu için mecburen buradayım” dedi.



Seminerde eşleriyle birlikte Arap ve Ortadoğu ülkelerinden gelmiş bir çok kadın sanatçı vardı.Karı koca bu kadar sanatçı çifti birlikte çalışırken görmek ilginçti.



Ve ben sanat hayatıma başladığımdan beri ilk defa başı örtülü bir kadın ressamlar topluluğunun içine düşmüştüm.Son derece güzel makyaj yapılmış ceylan gözleri olan,yuvarlak yüzlü zeytin tenli bir kadınlar ordusu.



Benim için çok değişik bir deneyimdi.Çünkü giyimleri hariç her şeyleriyle gözüme son derece modern gözüküyorlardı.



Hatta bir iki tanesi resim yapmayı kocasından öğrendiğini söyledi. Romantik kafam geri planda Özdemir Erdoğan ‘ın bir keman öğretmeniyle öğrencisinin aşkını anlatan şarkısı eşliğinde, hemen hikaye yazmaya başladı.



Ne güzel,her halde bu güzel hanım güzel sanatlarda okuyordu ve hocasına aşık oldu. Sonunda da evlendiler. Ay ne romantik.



Faruk bey;



-Bak şu insanlara,bunların kaçı sanatçı sence? Kadınlar kocalarıyla resim yapıyorlar dedi.



-Ne var bunda,karşılıklı bir yardımlaşma içindeler,zaten zamanında onların öğrencisiymişler dedim.



Gülerek yüzüme baktı.



-Hayır,onlar erkek kadın yan yana gelemezler ki nasıl derste tanışacaklar.Arabistan’da sanat okulunda kız öğrenciler dersi videodan izlerler.Sınıfa video oynatıcısı konur,hoca önceden kaydedilmiş dersi anlatır,kızlarda dinler deyince



-Yok canım daha neler artık demişim.



-- Peki hocaya soru soracaklarsa ne oluyor ?dedim.



-Soramazlar dedi.



Birden her şey gözüme farklı gözükmeye başladı. Biz hiç böyle bir şey yaşamamıştık ki..En fazla şehirler arası otobüslerde hanım yanı diyerek bilet ayırtan yaşlı teyzelere, anlayış göstermeye çalışacak kadardı bu konudaki hoşgörümüz.



DEVAMI VAR

Mendil İçinde Akide Şekeri






20 Eylül 2009, 02:24

SELİN MELEK AKTAN



Bayramla ilgili bir yazı yazarken kuşkusuz herkesin ilk aklına gelen çocukluğumuzdaki bayramlar. Ama ben çocukluğumun görkemli bayram kutlamalarından bahsederek, 'ah nerede o eski bayramlar' gibi bugünkü şartlarımızdan şikayet eden bir söylemde bulunmak istemiyorum.



Kuşkusuz o yeni elbiseler, yatağın başucuna konan rugan ayakkabılar çok güzeldi. Şimdiki çocukların da bu özel günleri aynı tad ve heyecanla kutladıklarına eminim..



Sanıyorum bizler büyüdükçe hayata farklı anlamlar yüklemeye başladık. Dolayısıyla da beklentilerimiz ve önceliklerimiz değişti. Bayramlarla ilgili rugan ayakkabılara sevinmenin yanı sıra, şimdi gülümseyerek hatırladığım başka anılar da var dağarcığımda.



Zaman ve para kavramı üzerine pek kafa yormayan sevgili dedeciğimin verdiği bayram harçlığını beğenmemek, anneannemin elimize tutuşturduğu oyalı mendiller için kuzenlerimle 'seninki daha güzel benimki değil' gibi küçük kıskançlıklar yapmak, annemin "o kutuyu açmayın çocuğum, belki biz de başka bir yere götürürüz. İşte orada açılmışı var" uyarılarına rağmen gelen her şeker kutusuna el atmak galiba o yılların olmazsa olmazlarındandı. Bir de annemin sabahın sekizinde odamın kapısına dikilip :





“-,Hadi kızım, kalk artık, bayram günü uyunmaz. Bir gelen giden olur!” sözlerini hiç unutamam.



Hoş annem hala aynı şeyi yapıyor ya.. Artık saat sekizde kim gelecekse bize. Eskiden söylene söylene yaptığım kalkma işlemini (kalkmamak söz konusu değil,hala anne korkusu vardır ben de) şimdilerde iyi bir evlat olduğumu göstermek için ya sabır çekerek yapıyorum.



Sonraları arkadaşlarla tatillere kaçtığımız, bayramda beraber olamayacağımızı ailelerimize nasıl anlatacağız diye dertlendiğimiz, akıl bir karış havada gençlik yılları geldi. Eğer o bayram bir yerlere gidemediysek, ‘’bayramı bizimkilerle geçiriyoruz’’ derken kendimizi pek de mutlu hissetmediğimiz zamanlardı galiba o zamanlar.



Yıllar geçti, başı 30 la başlayan yaşlara geldiğim zaman yavaş yavaş anneanneler, dedeler amcalar, halalar, bu dünyadan göçüp gitmeye başladılar. Ziyaret edilecek, hatır sorulacak büyükler azalmaya başladıkça bayramların da benim için anlamı değişmeye başladı.



Yanı başımızda olanların ömür boyu orada olmayacaklarını, belki bir sonraki yıl istesek de bayramda o kişinin elini öpemeyeceğimizi bilmek beni bayram ve aile konusunda daha duyarlı bir hale getirdi ve ben yıllardır bayram tatili deyince bunu aileyle geçirilecek özel günler olarak algılamaya başladım.





Hayatımın çeşitli dönemlerinde farklı dinlere mensup değişik ülkelerde yaşama ve dini bayramların onların hayatındaki yerini inceleme imkanım oldu...



Bildiğiniz gibi bizim yeni yıl heyecanına düştüğümüz, yılbaşı kutlamaları için plan ve programlar yapmaya başladığımız aralık ayı, hristiyanlar için İsa’nın doğumunu kutladıkları bir kutsal bir döneme denk gelir.



Amerika’da yaşadığım yıllarda, aile olgusunun oldukça farklı algılandığı ,çocukların 18 yaşından sonra kendi ayakları üstünde durma adetinin ağır bastığı bu ülkede bile noelin hepsi için çok özel bir yeri olduğunu gördüm.



İnsanlar sadece ailelerini görmek ve bir gecelik bir noel yemeğinde aynı masa başında buluşabilmek için ülkenin bir ucundan diğer ucuna uçuyorlar, ailesi olmayanlar içinse noelde ne yapacağız sorusu daha birkaç ay önceden gerginlik yaratmaya başlıyordu.



Özellikle bekar nüfusun yoğun yaşadığı NewYork gibi şehirlerde aileleri olmayan veya onlardan kopuk yaşayanların depresyona girdiklerini ve intihar oranlarının noel sırasında özellikle arttığını biliyor muydunuz?



Hala devam edip etmediğini bilmiyorum ama benim yaşadığım yıllarda NewYork da, noel zamanı ‘’ailem yok yalnızım, yardıma ihtiyacım var‘’ şeklinde kendini kötü hissedenler için telefonla psikolojik destek hattı kurulmuştu.



Geçen yıl şubat ayında yahudilerin pesah adını verdikleri dini bayramları sırasında tesadüfen bir sergim nedeniyle yine Amerika’daydım. Yahudi bir dostum tarafından onların bayram yemeğine davet edildim.



New Jersey’deki bir otelde Amerika'nın değişik eyaletlerinde yaşayan aile fertlerinin bir araya geldiğini ve sadece bu bayram nedeniyle çoluk çocuk, bebekler dahil 100 kişiye yakın bir topluluğun neşe içinde beraber olabilmek için kilometrelerce uçmayı göze aldıklarını gözlemlemek çok hoştu.



Her sene aileye yeni katılan bireyler nedeniyle artık evlerde toplanamadıklarını, bu yüzden bir otel salonu kiraladıklarını anlattılar.. Elden ele dolaşan dua kitabından birkaç satır okumak bana da nasip oldu.



Müslüman olduğum için sıra bana gelince atlanır sanmıştım ama öyle olmadı ve kendi kısmımı okuduktan sonra telaffuzum ve teklemeden duayı okuduğum için aile fertleri tarafından alkışlarla ödüllendirildim.



Hatta İstanbul’a döndükten sonra buradaki yahudi bir arkadaşıma törene dahil olduğumu söylediğimde, "ama sen okumamalıydın,o bizim duamızdı" demeyi ihmal etmedi.



Evet ne yazık ki,benim de bu huyları nedeniyle sık sık çatıştığım,hatta "benim nasıl böyle bir arkadaşım olabilir" sorusunu sık sık kendime sorduğum radikal arkadaşlarım var.İnsanların hangi dinden olursa olsun önce insan olmaları gerektiği ve tanrının herkese ait olduğu konusundaki söylevlerim pek işe yaramıyor onlarda.

.

Küçükken annem dahil tüm aile büyüklerimizin;



“- Neler oluyor hayatta, ecnebilerde çocuklar 18 yaşından sonra evlerinden ayrılıyorlarmış, çık çık, cık” diyerek hikaye gibi anlattıkları yaşam şekli, yavaş yavaş değişen hayat şartlarıyla birlikte bizim ülkemizde de oluşmaya başladı.



Üniversite eğitimi, nerede iş bulunursa oraya yerleşme veya evlilik gibi nedenlerle, çoğumuz genç yaşlarda ailelerimizden ayrı yaşamaya başladık. Ablam bile üniversiteyi bitiren oğlu biran önce eline ekmeğini alsın da ayrı evini açsın istiyor. Ancak o zaman rahat edecekmiş.



İşte çekirdek aile yapısının git gide çözüldüğü bu geçiş dönemi Türkiyesi’nde ben bu özel günleri aile ile eş anlamlı düşünüyor ve hepinize sevdiklerinizle birlikte güzel bir bayram diliyorum.



Ziyaret edecek bir ailemiz, eli öpülecek büyüklerimiz varsa ne mutlu bize. Bu hala birileri için küçük çocuğuz demektir . ..



Size tekrar tekrar aynı hikayeleri anlatan büyükanne, büyükbabalarınız hayattaysa, bu günlerin kıymetini bilin.



Ben şimdi kaybettiğim aile büyüklerimin dizlerinin dibine oturup tüm geçmişimizi yüzlerce kez dinlemek için neler vermezdim çünkü...



Sevgi dolu iyi bayramlar.

HAYALLERE LİMİT YOK




11 Ekim 2009, 00:19
SELİN MELEK AKTAN

HAYALLERE LİMİT YOK.

Herkes küçükken bir şeyler hayal eder değil mi?



Çok azımız bunları gerçekleştiririz.



Bazılarımızda günlük koşuşturmalar içinde bir zamanlar neler hayal ettiğimizi bile unutmuşuzdur.





Zeynep benim çok sevdiğim bir arkadaşım.25 yılımız birlikte geçti.



Çocukluğunda kaç hayali vardı bilmiyorum ama birini elimde olmadan ben öldürdüm,onu biliyorum.





Ben ailemin üçüncü ve son çocuğuyum.Annem ve babam benden 14 yaş büyük olan ablam doğduğunda her halde başka çocuk yapmayı planlamıyorlardı ki ,onunla ilgili her şeye çok özen göstermişler.



Sanırım ağabeyim ve ben yıllar sonra dünyaya geldiimizde pek çok şeyden heveslerini almışlardı.



Buna ablama dikilen dünyanın en cicili bicili her biri bir sanat eseri niteliğindeki elbiseler, onun siyah saçlarına lüle lüle şekil vermeler ve küçük kızlarını aralarına alarak çektirdikleri poz poz resimler de dahil..



Ben dünyaya gelinceye kadar öncelikleri değişmiş olmalı ki, ben ve ağabeyimle ilgili çocukları olduğumuza dair hiçbir belgeye(!) ihtiyaç duymamışlar.



Bu yüzden aile fotoğraflarımıza baktığım zaman kendiminde içinde olduğu 5 kişi bir arada bir tane bile fotoğrafımızı bulamam..



Ya annem çocuklarıyla ama baba işte,ya ağabeyim ben annem babam bir arada ama abla ortada yok.





Hele öyle ablam gibi kollarımı annemle babamın omuzlarına dolamış,ikisinin ortasında ben onların bir tanesiyim şeklinde bir resmim hiç yok. Sizce de hafif kıskançlık yok mu bu serzenişlerimde?



Şaka bir yana ablamı çok severim ve ailede en küçük çocuk olmanın da göz ardı edilemeyecek başka avantajları vardır.



Ama bütün bunlar bir yana,gerçekten de küçük bir çocukken en çok özendiğim şey bir ablamın o süslü elbiseleriydi,bir de o fotoğraflar.



Benim kıyafetlerim birazda herhalde benden 3 yaş büyük ağabeyime uyum sağlamak için bana göre biraz oğlan çocuğuna yakışır giysilerdi. Küçük şortlar, tişörtler falan.





Belki o yüzdendir o gün bugündür erkeksi giysileri hiç kendime yakıştıramam.



Yine belki o yıllardan içimde kaldığı için olacak fotoğraf çektirmeye bayılırım.





Öyle seyahatlerde şato,dağ tepe falan değil,ille de benim resmim olacak.Selin sağa bakarken,Selin sola bakarken(!).Manzara görmek isteyen kartpostal alır diye düşünürüm.







Sevgili arkadaşım Zeynep’in de 5 yaşından beri en büyük hayali Tac Mahal’in önünde resim çektirip evinin duvarına poster olarak asmakmış.



Yıllar önce yaptığımız bir Hindistan seyahatinde ellerimizde kameralar, Tac Mahal’in önünde birbirimizin resimlerini çektik..



O zamanlar dijital kameralar falan olmadığından beğenmediklerimizi görüp silme ve tekrarlama şansımız yok.Resimleri ancak Türkiye’ye dönünce görmek durumundayız.



Sonuçta ortaya çıkan fotoğraflar, arkadaşlarımız arasında yıllarca konuşulacak ve birbirimizi çekiştirmek istediğimiz zaman ilk fırsatta ortaya atılacak komik bir olay haline geldi.



Onun çektiği resimde ,arkada koskocaman bir Tac Mahal gözüküyor,resmin bir yerlerinde de ancak lupla görebileceğiniz bir büyüklükte tırnak kadar bendeniz..



Doğal olarak ben fotoğrafı görünce çok mutsuz oldum.Bana ne Tac Mahal’in resminden.





İstesem zaten fevkalade çekilmiş fotoları var,gidip onlardan alıp koyardım albümüme..





"Her fırsatta beni nasıl böyle minnacık çekersin" diye söylenip duruyorum.



O da bana ‘’ ya ben ,ben nasılım ,yıllarca bunun için mi bekledim,hayallerimi yıktın ‘’ diye karşılık veriyor.



Yıllardır ikimizde kendi haklılığımıza olan inancımızdan bir milim ödün vermedik.



Benim çektiğim resimde , ortada kocaman ve mutlu bir Zeynep, arkada da Tac Mahal var.





Onun yıllardır başımın etini yediğine göre dünyanın yedinci harikası yarım gözüküyormuş efendim.



Fotoğraf onda olduğu için abartıp abartmadığından pek emin değilim ama yarım bile olsa onun Tac Mahal olduğunu herkes anlar... Hem kim takar Tac Mahal’i,(!)o gayet güzel çıkmış ya,benim için mühim olan bu.





Zeynep’in seyahat dönüşü çektiği resimlere baksanız,bu pejmurdeliği görmek için mi oralara gittiniz dersiniz.



Nerede fakir fukara,çer çöp kulübe varsa onların fotoğrafını çekmiş. Kuşkusuz benimkilere bakarsanız da Hindistan’a aşık olursunuz.



Renkler,desenler, tavus kuşları,ince bileklerine rengarenk takılar takmış sarili salım salım salınan kadınlar,üzerine atılmış şallarla koskocaman filler falan..





Sanırsınız iki ayrı ülkeye gittik.. Sonra anladık ki algıda seçicilik denilen olay zaten buymuş.İnsanlar neyi görmek isterlerse onu görürlermiş.



İşte yukarıda anlattığım nedenlerle farkında olmadan çocukluk hayallerinden birini öldürdüğüm sevgili arkadaşım geçen akşam,50.yaş günü partisinde bir başka çocukluk hayalini gerçekleştirdi.



Dolmabahçede' ki G Mall un içinde yer alan Good Mood da verdiği partide,pastasını kestikten sonra dansöz kıyafetlerini giydi ve 1.50 boyu, gerçekten de en çıtır kızlara taş çıkartacak güzellikteki vücuduyla bize muhteşem bir oryantal şov yaptı.



Her ne kadar ben bunu bilen birkaç arkadaştan biriysem de bu gecenin sürpriziydi ve uzun zamandır hepimizin katıldığı en renkli gecelerden biri olarak hafızalarımıza kazındı.



Bir ay önce sinema dönüşü bir kafede kahvelerimizi yudumlarken yanımdaki arkadaşıma bir telefon geldi.



Bir dostu ‘’yakışır mı Zeynep ‘e ,çok istiyorsa 5-6 kişi bizi toplayıp oynasın.Vazgeçirin bu kızı .çok ayıp’’ falan diye konuşmak için aramıştı.



Bu talebe en büyük itiraz benden geldi.



‘’Ya bırakın kızı,tüm hayatı boyunca bunu arzu etmiş.O da zaten gece kulübünde değil,kendi partisinde bizlerin arasında dans edecek’’ dedim.



Ayrıca insanların 50 yaşından sonra artık kim ne der korkusu olmadan bir şeyler yapabilme lüksü olmalı bence.. 18-20- yaşlarında anamız babamız,daha sonra eşimiz,iş çevremiz, komşumuz ne der ömürler geçip gidiyor.





Gerçekten bir süredir ders alan Zeynep ikinci dansta ona eşlik eden hocasından bence çok daha mükemmel bir performansla bizleri büyüledi..



Biz de onun kostümünün sağına soluna dijital matbaada basılmış,gerçeğinden ayırt edilemeyecek güzellikte ve üzerinde onun resmi olan dolarlar yapıştırdık..



Bu da arkadaşlarının ona hoş bir sürpriziydi. Önce o da sahici 100 dolarlar zannetmiş.



Bu sayfalara dolarların havada uçuştuğu ,onun da oryantal kostümler içinde harika şekilde dans ettiği fotoğraflarını koymak için ölüyorum ama bunca yıllık arkadaşım tarafından aforoz edilmeyi göze alamadığım için çok masum bir resmini koymakla yetineceğim.



Zeynep hepimize kapağında kendi fotoğrafı olan ve üzerinde 50.yaş günümde en sevdiğim arkadaşlarıma en sevdiğim parçalar yazan bir müzik CD si hediye ederek , bizlere her anımsadığımızda aynı keyfi alacağımıza emin olduğum muhteşem bir gece yaşattı.



Albümün arka kapağında ne vardı dersiniz?



Zeynep beyaz tahta bir ata binmiş ve altında da 'prens yolda düştü' yazıyor.



Ha bir de her birimize kendisiyle çekilmiş bir resmimizi hediye etti.Benimki şimdilerde boşanmış bir arkadaşımızın düğününde çekilmiş, söylediğine göre o zamanlar bende yok diye çok üzüldüğüm bir resimdi.



Ama doğrusunu isterseniz kendimi tanımakta zorluk çektim. Demek o yıllarda beğeniyormuşum..



Şimdi her gün telefon açıp,telesekreterine ''3 lisan bilen kültürlü dansözümüzü yılbaşı gecesi ne angaje edebilmek için acaba menajeriyle bir randevu ayarlayabilir miyiz'' diye mesajlar bırakıp karşılıklı eğleniyoruz.



Sonuçta bütün bu yazıyı yazmamın sebebi, fantezi gibi gözüken hayalleriniz varsa, ne olursa olsun daha da vakit geçmeden onları gerçekleştirmeniz için sizleri yüreklendirmek istemem..



Kim ne der diye düşünmeyin. İnsan hayatta yaptıklarına değil yapamadıklarına pişman oluyor çünkü.. Önemli olan sizin mutlu olmanız. Gerçek dostlar sizin aldığınız keyfi sizinle paylaşabilenlerdir.





Biz tüm dostları Zeynep’ in hayalini ve mutluluğunu onunla birlikte yaşadık ve çok eğlendik.





Hep memleket meseleleri yazacak değilim ya..



Biraz da bizi mutlu edeceğine inandığımız renkli hayallerle süslü kendi iç dünyalarımıza bakalım diyor ve herkese keşke yerine iyi kilerle dolu, tüm hayallerini gerçekleştirebilecekleri bir yaşam diliyorum...



DİP NOT:





Bir pazar programı tavsiyesi)))



Bu arada eğer güzel bir tatil gününü sanatla süslemek



istiyorsanız Dolmabahçe Sanat Galerisinde Kuratorlüğünü Sevgi Ürüm'ün yaptığı ,yurt içi ve yurt dışından değerli sanatçıların katılımıyla gerçekleşen



İstanbul Barış Sanatçıları sergisi biribirinden güzel eserleriyle sizleri bekliyor.



Hatta gönülden desteklediğim bu projeye çocuklarınızı da alıp gidin derim ben..



Çocukların rahatça resim çizebilmeleri için tebeşirler,mum boyalar koymuşlar.



Hem onları sanatla tanıştırır, hem de resimlerle barış dolu bir dünyayı anlatırsınız onlara ..



Oradan Ortaköy'e veya Kabataş'a gidip çayınızı içebilirsiniz.



İyi pazarlar.

Selin Melek Aktan'ın bu makalesi  11 Ekim 2009 tarihinde Türkhaberlerde yayınlanmıştır.

Gençler Anlattı Ben Dinledim




25 Eylül 2009, 17:06
Selin AKTAN



SELİN MELEK AKTAN

Aferin size son 30 yılın gelmiş geçmiş tüm TBMM üyeleri

Yok mu bizi anlayan yazım için bana destek veren, arayan,yazan herkese teşekkür ediyorum. Anlaşılan o ki, sessiz bir çoğunluk hep bunları düşünüyor ve sadece birinin dile getirmesini bekliyormuş.

Türkhaberler’e bu platformda kendimi dolayısıyla sizlerin fikirlerini yansıtma ortamı sağladıkları için hepimiz adına teşekkür ediyorum.

Benimle aynı fikri paylaştığını söyleyen yüzlerce mail aldım.. Hatta saydığım ve kendimi ait göremediğimi söylediğim partilere mensup kişiler bile bu yazıyı sahiplendilklerini ve gönüllerindekini dile getirdiğimi söylediler.Hepsi sağ olsun varolsunlar.

Ama beni en çok şaşırtan ve etkileyen ne oldu biliyor musunuz? GENÇLER..

Kayıp bir gençliğimiz olduğunu sanıyordum. Aksine çok da bilinçli, her şeyin farkında olan, sadece ortadaki partileri içine sindiremediği için, aynı benim gibi kendini nereye koyacağını bilemeyen çok aydın gençlerimiz olduğunu gördüm.

AKPli olmadan dinini, MHP li olmadan vatanını, CHPli olmadan Atatürk’ü seven TC kimliğini ne kadar benimsediklerini anlattılar. Bu beni hem çok sevindirdi, hem de ümitlendirdi..

Kendi sergilerim de beni ziyarete gelen genç sanatsever arkadaşlarımı her zaman büyük bir sevinçle karşılarım. Eser alacak paraları olup olmaması beni hiç ilgilendirmez. Hatta bazen bu yüzden koleksiyon erleri mi bile ihmal ettiğim olmuştur..

Onları, çocuk büyütecek ve evlatlarına küçük yaştan sanat zevki aşılayacak geleceğin anne babaları olarak görürüm. Bana göre sanatı da geleceğe taşıyacak olan bu gençlerdir çünkü.

Sanat dışı noktalarda da ortak paydalarımız olduğunu görmek çok güzeldi.
Onlar Atatürkçüydüler.İnançları vardı ve ülkelerini çok seviyorlardı.

Tarihlerini son derece iyi biliyorlardı ve bana çok güzel örnekler verdiler.


Birisi büyükannesinin resmini yollamıştı. Şapkalı, kürk etollü eski bir İstanbul hanım efendisi olan anneannesinin hayatı boyunca, Moda’ nın en şık giyinen hanımlarından biri olduğunu ve ölünceye kadar namazını kıldığını ve hatta ilkokuldayken her on kasımda onun Atatürk için yazmış olduğu şiiri okuduğunu anlatıyordu. CHP o CHP değil artık Selin abla,sağol hislerimize tercüman olduğun için diye bitirmiş mektubunu.

Zıtlaşmalardan,uçlardan bıkmış bir gençler ordusu barış, huzur istiyor ve kendini koyacak yer arıyor.

Onlara siz niye siyasete girmiyorsunuz dediğimde hep aynı cevabı aldım.

‘’Siyaset çok kirli,bize uymaz.’’
Düşünebiliyor musunuz siyaset artık insanların memleketi uğruna ideallerini gerçekleştirebileceği bir arena değil, dürüst kalmak isteyen gençler tarafından el sürülmemesi gereken son derece kirli bir alan olarak görülüyor.

Aferin size son 30 yılın gelmiş geçmiş tüm TBMM üyeleri. Nüfusunun yüzde ellisi 25 yaşın altında olan bir ülkede gençler gelecekleri için siyasete yatırım yapmıyorlar ,çünkü ortamı çok kirli buluyor, namuslu parlamenter olamayacağını düşünüyorlar.

Siyasette yukarılara tırmandıkça sihirli bir değnek dokunmuş gibi günden güne zenginleşen Erdoğan,a , Unakıtan,a ve Özal’dan başlayıp bu günlere kadar gelen, halen de devam eden skandallara bakınca onların bu sözlerine itiraz etmek sizce de gitgide zorlaşmıyor mu?


İnanıyorum ki ancak temiz siyaset yapıp sonra da bu gençlere kucak açacak bir oluşum geleceğin sağlıklı Türkiye’sini hazırlayan parti olabilir. Ne mutlu bunu yapabilene,hepsi o kadar pırıl pırıl çocuklar ki çünkü.Kıymayın bu gençlere olur mu?

Genç dimağları savurduğunuz zaman onları tamamen yitirirsiniz çünkü. Geleceğimiz onlar bizim, yıkmayın geleceğimizi ve tabi ki bu arada kendi geleceğinizi de .

Bu ülkeyi soyup soğana çeviren siyasetçiler,size hakkımız hiç helal değildir bunu da bilesiniz.

Evim Evim Güzel Evim


 



Selin AKTAN
10.12.2009


 Antalya ve civarı tatilciler  için bir cazibe merkezi.
Gönül buralara gelen insanların tekrar tekrar gelecek kadar her şeyden mutlu olmalarını arzu ediyor.
Dünyanın her yerinde otellerin ve işletmelerin ,benzerleri arasından sıyrılmalarını sağlayacak özel bir takım farklı hizmetleri olur.Bu öyle bir şeydir ki,gelenleri etkiler ve o insanlar ülkelerine döndükten yıllar sonra bile o oteli unutamazlar.
Yıllarca Dünyanın her tarafına seyahat edip,herhalde yeryüzünün ¾ ünü görme şansını elde ettim.Kaldığım ülkelerin ve otellerin sayısını hatırlamıyorum.Ama hayatımda iki otelin benim için önemi büyüktür.
Her ikisinin de ortak özelliği dekorasyonu ve bir de kişiye özel verilen hizmetler.
Otelleri döşeyenler dekorasyon denen şeyin ne kadar önemli olduğunun farkında değiller.Tüm otellerde o rengi belirsiz garip kumaşlar,gri renkli alacalı bulacalı ağır perdeler,yine rengi belli olmayan halılar.
Tatilci veya iş nedeniyle otelde kalan insanların beklentisi nedir biliyor musunuz?
Kendini evinde gibi hissetmek,ama evinden daha çok rahat etmek.
O soğuk dekorasyonlarda insan nasıl kendini evinde hissedebilir?
17yıl önce Londra’da Picadilly Circus da kaldığım Hampshire otelini unutamıyorum.
Genelde otele giriş işlemlerinizi resepsiyonda yaptırır,sonrada bir bell boy tarafından odanıza götürülürsünüz.Oysaki burada bir kişi sizinle ilgileniyor,işleminizi yaptıktan sonra odanıza kadar götürüyordu.Bu size kendinizi müşteri değil de sanki misafir gibi hissettiriyor.
Yemek siparişi vermek için oda servisini aradığım anda telefona
Buyurun  ,Ms Aktan diye cevap veriliyordu.
Lobide,alıştığımız masa iskemle görüntülerinin yer almadığı bir çay servisi odası vardı. Kocaman bir koltuk ve onun önünde,üzerinde eski gümüş çay takımlarının durduğu ahşap antika sehpa insana evinin oturma odasında çay içiyormuş hissi veriyordu.
Odalarda pencereler Laura Ashley tarzı desenli perdeler ile kaplanmıştı.  Bu designer daha çok İngilizlerin kırsal kesiminden esinlendiği çiçek desenlerini kullanır ve insana kendini tabiatın içindeymiş gibi hissettirir.Londra’nın sisli puslu şehir görüntülerini yumuşatmak için ne kadar doğru bir seçim.
Banyoda ise makyaj pamukları alışık olduğumuz şekilde klasik kutuların içinde değil, cam bir kavanozun içindeydi.
Yine şampuan,vücut losyonu gibi ürünler için de üzerinde otelin ismi yazan plastik şişeler ideğil,çiçek desenli  isimsiz şişeler kullanılmıştı.
Bana sorarsanız bir otel odasının en soğuk yeri banyolardır.
Sanki her şey size orada gelip geçici bir insan olduğunuzu,hiçbir kimliğiniz olmadığını göstermek için yapılmıştır.
 En ufak bir sıcaklık yoktur.Bende bu yüzden odaya girdiğim zaman ilk iş olarak,banyodaki aynanın önüne  evde yapmadığım kadar çok tuvalet eşyasını,makyaj malzemesini yığarım.
Ancak o şekilde banyo, o soğuk havadan çıkıp biraz kişiselleşiyor.
 Gördüğüm en acayip banyo birkaç yıl önce kaldığım Hillside Su Otelin banyosuydu.
Bütün  pamuk,prezervatif,orkit ,aseton falan gibi acil ihtiyaç malzemeleri cam raflara sıralanmıştı.Kendimi bakkal dükkanında veya markette zannetmiştim. Bunları koyulduğu rafı bir kapakla örtmek çok mu zordur?Acayip göz yoran bir görüntüydü çünkü.
Hele o otelin bütün duvarlarının beyaz epoksi boya ile boyanmasını hiç mi hiç anlayamadım.
Sizi bir de kapıda tamamen beyaz giysili ve ayaklarında hemşirelerin giydiği tarzda sabolar olan otel görevlilerinin karşıladığı düşünülürse,insanın niye kendini hastaneye girer gibi hissettiği anlaşılır.
Gerçekten otele  gelen bir misafire bu hissi mi yaşatmak istiyor otelciler..
Su Otelin dekorasyonunda Miami ‘deki Delano Otel’e esinlenildiğini söylemişlerdi.
Hatta yemek salonundaki o kırmızı masalarda bile Delano’nun rose barından yola çıkıldığını sanıyorum.
Delano otel Miami South Beach ,in Madonna gibi dünya starlarını ağırladığı en lüks otellerinden biri.
Bir şeylere öyküneceksek ve konsept oteller yapacaksak,bari taklitlerimiz de başarılı olsun.
Delano otelde temel renk beyaz olmakla birlikte yerler ahşaptır ve sık sık yeşillikler,renkli aksesuarlarla bu gözünüzün alabildiği beyaz görüntü kırılmaya çalışılmıştır.
Su otelde ise beyazdan gayri gördüm tek renk,banyodaki market rafı görüntüsü veren orkit,aseton,cutiks falan gibi ıvır zıvırdı.
Su otelde yemek yerken tabağımdaki yeşil marul yaprağı bile   gözü son derece yoran kırmızı ışık nedeniyle kırmızımsı görünüyordu.
Bu rengin artık sadece fast food yenen ve insanları daha çok yemeğe teşvik etmeye çalışıldığı restoranlarda kullanıldığını bilmez mi otelleri dekore eden kişiler?
Kara mizah olarak aynı otelde  bir de diyet köşesi vardı..
Gerçekten de otel dekorasyonunun  çok düşünülerek ince eleyip sık dokuyarak yapılması taraftarıyım.Çünkü ziyaret süresince otel kalan kişinin evi gibidir.Dekorasyonun bir  oteli sevip sevmemenizde çok rolü olduğunu düşünüyorum.