17 Kasım 2012 Cumartesi

Ne İstediğimi Biliyorum..




20 Ekim 2009, 21:55

SELİN MELEK AKTAN

2006 senesinde  yolum,İtalya’da ortaçağdan kalma bir şehir  olan Ferrera ‘ya  düştü.

Etrafı su hendekleriyle çevrili,kızıl kahve taşlardan yapılmış kaleleri, koskocaman halkalar ve siyah demir menteşelerle süslü  büyük ahşap kapıları, kırmızı kiremitli saat kuleleriyle gerçekten de çok iyi muhafaza edilmiş oyuncak gibi bir şehirdi Ferrera.

İlk gözüme çarpan minicik kameralarıyla gördükleri her şeyin fotoğrafını çeken Japon turist grupları olmuştu.İnsan böyle yerlerde onları görünce herhalde millet olarak bu dünyada fotoğraflanmadık hiçbir köşe bırakmamaya ant içtiler diye düşünmekten  kendini alamıyor.

Bildiğiniz gibi İtalyan’ların öğlen 1 den saat 4 e kadar uzanan o uzun siestaları meşhurdur.

Öğle tatilinde dükkanların kepenkleri kapatıldığında  Ferrera’nın o daracık sokakları bomboş kalıyor.

Ve siz o sokaklarda dolaşırken kendinizi bir anda ortaçağa ışınlanmış gibi hissediyorsunuz. İnsana sanki  tahta kapının ardındaki çiçekli  avluya girse, uzun elbiseli bir  kızın kuyudan su çektiğini görüverecekmiş gibi geliyor.

Ortaçağ mimarisini çok güzel yansıttığı ve olağanüstü  iyi korunduğu  için Unesco  tarafından  dünya mirası listesine alınan Ferrera, İtalya’ya defalarca gitmeme rağmen benim de o yıla  kadar adını bile duymadığım bir şehirdi.

Ama uluslar arası bir sergi nedeniyle gündemime giren bu şehrin ,oradaki bazı  gözlemlerim nedeniyle  daha sonraki hayatımda önemli bir yeri oldu.

Hayat insanları eğitiyor.Şimdi düşünüyorum da insanın her yaşta etrafa bakışı ve dikkat alanına giren şeyler değişiyor.Eskiden hiç dikkat etmediğim şeylere dikkat eder oldum.

Gittiğim ülkelerde  eğer musluktan akan su içilebiliyorsa yıllardır şişe suyu içmek zorunda kalan bir insan olarak ,sularını arıtan ve içilebilir hale  getiren idarecileri kutluyorum.

Kaldığım otelin banyosunda, temizlik için harcanan sular ve deterjanlar nedeniyle doğal dengenin bozulduğu,bu yüzden sadece değiştirilmesi gereken havluları yere atmamızı öneren bir not varsa  içimden bir takdir duygusu yükseliyor.

Gördüğünüz gibi son senelerde şehircilik ve çevreciliğe takmış durumdayım.

Çünkü seneler içinde gördüm ki,modern ve ileri teknolojiye sahip ülke demek, sadece sokaklarında şık insanların dolaştığı, muhteşem restoranları veya  cicili bicili alışveriş merkezleri olan  ülke demek değil.

Üstteki pırıltıyı kazıdığınız zaman,yüzeyde ilk bakışta göze çarpmayan sorunlarını  çözmüş, ciddi anlamda alt yapısı kuvvetli ülkeler gerçekten çağı yakalayabiliyorlar.

Ferrara’da yıllardır Avrupa’nın pek çok kentinde uygulanan ve yavaşlatılmış  şehirler  adı verilen bir proje uygulanıyor.

Bu projelere ,dünyanın bozulan ekolojik dengelerini ve çevre kirliliğini önlemek için geliştirilmiş  bir nevi  karşı girişimler  diyebiliriz..

Yavaşlatılmış şehirlerde araba yerine mümkün olduğu kadar bisiklet gibi çevreye uyumlu araçlar kullanılıyor.
Yüksek katlı binalara,gökdelenlere izin verilmiyor.

Fast  food zincirlerine sıcak bakılmayan bu şehirlerin dükkanların da  daha çok ekolojik ürünler satılıyor.
Amaç son derece temiz,bakımlı,gürültüden ve çevre kirliliğinden uzak hayatın keyifle yaşanacağı şehirler yaratmak. Benimse yavaşlatılmış şehirdeki ilk günüm olaylı başladı.


Tren istasyonundan çıkıp şehir merkezindeki otele geldiğimizde vakit gece yarısını geçiyordu.O telaşla,içinde sergilenecek tabloların  bulunduğu paketi  taksinin bagajında unutmuşuz.Ben sinir krizleri içinde tepinir ve arkadaşımı   dikkatsizlikle suçlarken resepsiyondaki memur;

“- Hiç merak etmeyin,bu şehirde hiçbir şey kaybolmaz” dedi.
“-Şoförler unutulan eşyayı telsizle şehirde tüm taksilerin kayıtlı olduğu  merkeze bildirirler.Şimdi onları ararım,eğer gerçekten takside unutmuşsanız  yarın muhakkak paketiniz elinizde olur” diyerek beni rahatlattı.

Gerçekten de ertesi gün tablolarım bana geri gelmişti.Turistlerin uğrak yeri olan bir şehirde bu kadar düzgün bir sistemin kurulması beni etkilemedi dersem yalan olur.

Oteldeki  ilk gecemizin  ertesi günü caddeden gelen seslerle uyandığımda saat daha sabahın 7.30 uydu.
Şehrin küçük meydanını gören  camdan dışarı baktım ki, bir de ne göreyim? Otelin önüne pazar kuruluyor.
Körün istediği bir göz Allah verdi iki göz.

Seyahatlerimde semt ve  bit pazarlarını, ikinci el dükkanları, gezmeye bayılırım.

Gerçekten de yığınların arasından kimsenin gözüne çarpmayan hoş şeyler bulup çıkartmak bana  muhteşem bir  zafer duygusu verir.Kendimi çok ayrıcalıklı hissederim.

Bu sayede geçen sene Prag’da dolaşırken, annemin çok beğendiğim halde  yıllardır el koyamadığım ,1960lar dan kalma astragan mantosunun bir benzerini 80 liraya alıp arkadaşlarımı delirtmişliğim vardır.

Kot  pantolon dahil her şeyin üstüne  giydiğim o palto,bütün kış Nişantaşı sokaklarında ellerim cebimde,yüzümde mutlu bir tebessümle dolaşmama sebep oldu.

Aslında tüm moda tasarımcıları,bir avcı dürtüsüyle en uyduruk dükkanlara dalıp ,tüm askıları didik didik etmeye bayılırlar.

Size bir sır vereyim mi?Yeni zannettiğiniz bir çok trendin çıkış noktası çoğu kez dizayn ırların  her fırsatta hallaç pamuğu gibi attıkları o  dükkanlardır. Aynı nedenlerle geçici pazarlara da bayılırım.

O günde otele  numarası tek kaldığı için tanesi 5-6 euroya satılan birkaç çift harika İtalyan ayakkabısıyla dönme mutluluğuna eriştim.

Öğleden sonra aynı güzergahta yürüdüğümdeyse ,iki saat önce  burada cıvıl cıvıl bir pazar olduğunu hayal etmenin neredeyse imkansız olduğunu fark ettim..Etraf pırıl pırıl.Yerde ne bir kağıt parçası,ne de en ufak bir çöp.

Daha sonra markete gittiğimde kasiyer kızın ,elimdekileri koymam için verdiği alışveriş torbasına 2 euro istemesi beni şaşırttı.

‘Bu İtalyanlar’ da ne kadar cimriler böyle.Market torbası için  paramı  istenirmiş?Ne ayıp  bir şey ‘’diye düşündüğümü hatırlıyorum.

O sırada arkamda bekleyen genç bir kadının çantasından bir file,evet çocukken annelerimizin kullandığı şu ip filelerden birini çıkardığını fark ettim.

Anlaşılan o ki ,çevreyi korumak için mümkün  olduğu kadar az  torba kullanılmasını teşvik etmek amacıyla her torbaya  2 euro  para alıyorlardı. Benim ve herkesin evindeki naylon torba yığınlarını   düşününce  ne kadar haklı olduklarını anladım.

Şimdi düşünüyorum da ne pratik bir şeydir  aslında o ip fileler.Üstelik yer de kaplamaz.Yıka yıka kullan.Belki biz de bu sisteme geçmeliyiz.

Çevrecilik konusunda nerelerde olduğumuzu görmek için aslında çok da uzağa gitmemize gerek yok. Seçim öncesi evlerimize sarı güller göndererek  Avrupai(!) anlamda bir kampanya yürüten belediye başkanımızın ,kamyonların tepesinden şarkılar türküler eşliğinde  kırmızı karanfiller fırlattığı Nişantaşı sokaklarına bakmak yeter.

Tüm medeni ülkelerde,kağıtlar,plastikler,karton kutular,şişeler ,yiyecekler ayrı konteynırlarda toplanır.Herkes haftanın hangi günü hangi tür çöpün toplandığını bilir ve çöpü o konteynıra atar.

Bugün bir köşesinden tutunacağız diye kendimizi parçaladığımız Avrupa topluluğu ülkelerinde süt, mama, ilaç çamaşır tozu kutuları,çocuk bezleri bile içerdikleri maddelerin ayrı olması nedeniyle ayrı  çöp kutularında toplanmakta ve işlenerek farklı  biçimlerde  tekrar  ekonomiye kazandırılmaktadır.

İstanbul’un en medeni semti olarak tanıtılan Nişantaşı’nda ise bu ayırım her gece  çingeneler tarafından elle yapılmakta ve akşam saatlerinde karton kutulardan deşilip  dışarıya bırakılmış çöpler nedeniyle  kaldırımlar mezbeleliğe dönmekte.

Onlara basmadan yürüyebilmek için gözünüzü dört açmanız gerekiyor. Nişantaşı’nı örnek mahalle yapma söylemiyle yıllardır Şişli Belediye Başkanlığı görevini yürüten ve şimdi de büyük değişime soyunan sayın Mustafa Sarıgül , bu konularda nasıl  bu kadar duyarsız olabilmektedir, tabi bunu anlayabilmek mümkün değil.

Sokaklarımıza üzeri etiketlenmiş farklı konteynırlar  koymak ve insanların evlerine birer kağıt yollayarak hangi gün hangi tür çöpün toplanacağını  ilan etmek  o kadar zor bir şey midir?

Kendisi senelerdir böyle dış görünümü Avrupa standartlarını yakalamış bir semtte, ağaçları süslemek yerine,çevreciliği dikkate alıp ,çöpleri geri dönüşüme uygun bir  ayrıştırma  sistemi ile toplasaydı ,bence  hem öze hem de göze hitap eden faydalı bir yatırım yapmış olurdu.

Biz de çağı yakalamış Avrupai  başkan olmanın sadece el sıkmak ve lacivert takım elbiselerle vatandaşlara gülümsemek olmadığına dair güzel bir örnek görmüş olurduk.

İstanbul’da yıllar önce bir geri dönüşüm fabrikası kurulduğunu ve işleyecek malzeme bulamadığını biliyor muydunuz?

Kullanılıp atılmış şeylerin geri dönüşümü sadece çöp dağlarının yok olması değil,aynı zamanda  memleket ekonomisine de katkı demektir.

Duyduğuma göre dünya markalarıyla ünlü semtimizde yakalayamadığımız standardı şimdilerde Ata şehir Belediyesi yakalamış.

Onların çöpleri  bir gün piller,şişeler,öbür gün teneke kutular veya kağıtlar gibi olması gerektiği şekilde toplanıyormuş.

Muhtemelen bu uygulamayı hayata geçiren benim bilemediğim daha başka semtler de vardır.  Ne mutlu onlara ...

Kim bilir belki de onların belediye başkanları Türkiye’yi idare etmeye kendini yeterli  görmediği için bizden daha şanslıdırlar.

Avrupalılık,bir takım markaları giyip çıkarmak değil,eğitim,çevre, üretime katkı gibi  ülke kalkınmasında payı olan  esas konularda daha bilinçli davranmak demek..

Bu da hepimize vatandaş olarak, haklarımızı savunmayı bilmek gibi ayrı bir sorumluluk  yüklüyor.

İsviçre’ de karşıdan karşıya  yanlış bir ışıkta geçerseniz yanınızdakiler  size müdahale eder ve siz; ‘’can benim canım, size ne? Ölürsem ben öleceğim veya sakat kalacağım’’ diyemezsiniz.

Size ‘’Can senin canın,ama burada yaralanırsan seni hastaneye kaldıracak cankurtaranın,yapılacak acil müdahalenin,buraya gelecek polisin parası benim vergilerimle ödeniyor. Bu şekilde benim vatandaşlık haklarımı gasp edemezsin ’’ diye cevap verirler.

Siyasilerin rüşvet alarak sağladıkları kazancın inkar edilemez boyutlara geldiği bir ülkede en büyük tehlike bunun kanıksanır hale gelmesi ve vatandaşların da hesap isteme konusunda kendilerini aciz hissetmeleridir. ‘’Bal tutar parmağını yalar,hizmet etsinler de, varsın onların da cepleri dolsun‘’ şeklindeki razı oluş  değişmedikçe bu ülkenin iki yakası bir araya gelmeyecektir.

Ne olur artık bir şeylerin farkına varalım... Siyasilerin cebine giden her haksız kazanç, sokağınızdaki kırık kaldırım taşları,çocuklarınızın okulunda yanmayan kaloriferler,sönmüş lambalarıyla karanlık sokaklar, arabanızı mahveden kötü asfaltlanmış yollar demektir.

Rehabilitasyonlarına bütçe ayrılamayan ve sokaklarda yatıp kalkan çocuklar ise gelecekte soyulacak evler,gasp edilecek iş yerleri ,yeni kap kaç vakaları,okul önlerinde sizin evlatlarınızı  zehirlemek için bekleyen uyuşturucu satıcıları demektir.

Her türlü suiistimal,bir gün bilin ki eksik ve bozuk bir parça olarak bu topluma geri dönecektir.

Bu yüzden bundan böyle  bu ülkede gerçekten hak etmediği sürece hiç kimseye oy vermemeye, kötünün iyisine  razı olmamaya kesin kararlıyım.

Ta ki oyumu isteyenler ne olmaları  gerektiğini anlayana  kadar.

Oyuma talip olan siyasilere, son bir sözüm var.

Dama taşı gibi oynatılmaktan, sanki hiçbir şey bilmiyormuşuz gibi sürekli kötü şeylerin bize iyi diye yutturulmasından, yalanlarınızdan  dolanlarınızdan  bıktım usandım.

Bir vatandaş olarak artık ne istediğimi çok iyi biliyorum. EN İYİSİNİ...

Kusura bakmayın ama vasatlar da ilgi alanıma girmeyecek bundan sonra.. Çıtayı yükselttim.

Sizlerden, talip olduğunuz mevkilerde vereceğiniz hizmetlerin

EN iyisini,En mükemmelini, EN dürüstünü  istiyorum...

Ve hak ettiğime inandığım bu standartlardan bundan böyle asla taviz vermeyeceğim.
Hodri meydan  diyorum.

İmza:

Nihayet aklı başına gelmiş,verilenle yetinmeyen, mağdur ve bilenmiş bir TC vatandaşı.

Herkese güzel bir hafta.

Hiç yorum yok: