31 Ekim 2012 Çarşamba

NİŞANTAŞI'NDA OTURMANIN FARKLILIĞI

NiSHMEDYA







Bundan 30 sene önce Nişantaşı’nda Abdi İpekçi Caddesi'nde oturduğumuz evin karşısında bir garaj, yanında da kırık dökük sandıkların içinde buruşuk elmalar satan bir manav dükkanı vardı. Şimdi ki Prada Mağazası'nın yerinde deKızılay’a ait eski yüzlü bir bina.
Sonra ne olduysa oldu, önce manavın yerine el kondu. (Bu arada garaj hala duruyor. Bu park yeri sıkıntısında o apartımanda oturanlara gıpta etmemek mümkün değil)

Bir müddet sonra da yolun karşı kıyısındaki mahalle berberimiz yok oldu.
 
Restoranlar, butikler derken Rumeli Caddesi’nin gözden düşmesiyle beraber, parlayan yıldızıyla bir başka yer oldu Nişantaşı.
 
Üstüne üstlük yıllarca Avrupa Yakası gibi bir dizi gündemimize oturunca Nişantaş’ında oturan insanlar da farklı bir kategoride değerlendirilmeye başlandılar.
 
Eğer hep bu semtte yaşıyorsanız farkında bile olmazsınız bunun.

Çünkü asla şık ve lüks bir semtte oturduğunuzu düşünmezsiniz.

Orası bildik bileli yollarını arşınladığınız bir mahalledir sizin için.

Sonra semtin dışına çıkıp, hele bir de uzak semtlerde oturan birileri ile bir vesileyle iş yapmaya başladığınızda, birden farklı görüldüğünüzü hisseder ve şaşırıp kalırsınız. Mesela ekonomik krizden falan bahsedip pazarlık etmeye başladığınızda eğer o inanılmaz soruyla karşılaştırsanız yandınız demektir.-:))

"Semt neresi abla" diye başlayan alalede bir soruya doğrucu davutluk edip "Nişantaşı" demeyin de ne derseniz deyin.
 
Eğer ağzınızdan kaçırıp söylediyseniz, o andan itibaren kaybetmeye başlayacağınızı da bilmelisiniz.

Siz artık o satıcının gözünde cebinde sınırsız parası olduğu için, her şekilde kazıklanmayı hak etmiş, yaftalanmış, etiketlenmiş zavallı bir Nişantaşlısınızdır.

Ya söylenen fiyata razı olun ya da çıkıp gidin oradan.
 
Bir kuruş bile pazarlık hakkınız kalmamıştır. Çünkü siz Nişantaşı’nda oturuyorsunuzdur.

"Kendi semtinizde her istediğinizi yapabilirsiniz" diye de sakın düşünmeyin. Burada daZeytinburnu’ndan gelen tezgahtar size haddinizi bildirmek için  (sonuçta o butikte çalıştığına göre o da devreye kontenjandan girmiş bir Nişantaşlıdır), "ama bu fiyat bunun için biraz fazla" dediğiniz anda, gözleriyle sizi baştan aşağı süzer ve burnunu havaya kaldırarak "Burası Nişantaşı hamfendi,siz gidin o zaman daha ucuz yerden alın,ona göre kalite" der ve arkasını dönerek dükkanın öbür ucuna yürür.

İçinizden ya sabır çekerek, o kalite dediği malı geçen sene Floransa’daki açık pazarda 20 Euroya gördüğünüzü, şimdi bu allı pullu dükkanda daha prezantabl sunuluyor diye kalitesinde bir değişiklik olmayacağını söylemek için yanıp tutuşursunuz.

Ama  daha fazla nefrete maruz kalmak istemediğiniz için, çakma Nişantaşlının karşısında, 40 yıldır orada oturan ama tezgahtarın gözünde orada bulunmayı hak etmemiş dış kapının dış mandalı, mütevazi ve terbiyeli bir Nişantaşılı  olarak size yapılan bu aşağılanmayı sindirmeye çalışarak dışarı çıkarsınız.
 
En iyisi ben biraz Nişantaşı’nın yerli halkı hakkında  bilinmeyenleri anlatayım da uzaylı yaratıklar muamelesi görmekten kurtulsunlar zavallılar.
 
Nişantaşı'nda oturanlar nasıl insanlardır?

Nişantaşı'nda oturan kişilerin çoğunun öyle lüks arabaları cipleri, Porscheleri falan yoktur. Çünkü hem bu semtte oturup jeep kullanmanın görgüsüzlük olduğunu düşünürler hem de her yere yürüyerek gittikleri ve semtte de ciddi bir park yeri sorunu olduğu için genellikle araba almayı  gereksiz bulurlar.

Paralarının hesabını gayet iyi bilirler ve onların pahalı ucuz kavramları daha çok bu semtteki yerlerle sınırlıdır.

Yani Nişantaşı hudutları içinde yemek, kahve, çay nerede ucuz nerede pahalı gayet iyi bilirler. Kendi kriterlerini dikkate alarak devamlı takıldıkları yerler vardır ve bunlar genelde Nişantaşı'na dışarıdan gezmeye ve alışverişe gelmiş insanlarla aynı değildir.
 
Çoğu Nişantaşılı birisi tarafından davet edilmediği, mecbur kalmadığı sürece hani şu Avrupa Yakası'nda adeta bir semt klasiği olarak gösterilen Beymen Brasseri'de oturup yemek yemez.

Hatta sağından solundan arabalar geçerken, toz toprak yemeğinin üzerine yağıp kornalar zırıl zırıl çalarken insanların ne akla hizmet o masalarda zevkle yemek yediklerine şaşırıp kalırlar.

Ha görmek ve görülmek, paparazzilere yakalanmak için mi diyeceksiniz?

Nişantaşı ahalisi zaten her gün her dakika birbirlerini gördüklerinden böyle bir kaygıları yoktur. Hatta görülmemeyi tercih ederler.
 
Paparazzileri ve  onlara yakalananları gördüklerinde, insanlar  ellerinde alışveriş paketleri ile görülmeye, bu kadar hevesliyseler hadi heveslerini alsınlar bakalım da niye burada ve bu semtte diye düşünür, istemedikleri bir tiyatro sahnesiyle karşılaşmış gibi hızlıca yürüyüp giderler.
 
Çünkü sokaklarda gördüğünüz kokoş kadınlar genellikle Nişantaşılı olmayıp, başka semtlerden alışverişe veya arkadaşlarıyla görüşmeye,görülmeye gelmiş kişilerdir. Tabi ki Nişantaşı'nda oturanlar süslenip püslenmiyor demek değildir bu ama biz buna daha çok bakımlı olmak demeyi tercih ederiz.

Hiçbir Nişantaşılı kadın çok özel bir neden olmadıkça dükkan dükkan gezip giyim alışverişine falan çıkmaz.
 
Çünkü onlar modayı ve değişen vitrinleri zaten günlük yaşam koşuşturmaları içinde dükkanların önünden geçerken görür, ancak gözlerine ilişen bir şey olursa içeriye girer bakarlar.

Nişantaşı'nda her on metrekareye bir kuaför salonu düşmektedir ki, bunların nasıl iş yaptığına en çok da semt ahalisi şaşar kalır.
 
Çoğu semt sakini manikür pedikür haricinde, her dakika fön çektirmek için kuaföre gitmeyi ve uzun uzun o koltuklarda oturmayı saçma bulur.

Hanımlar genelde seçkin saç bakım ürünlerini kullanır ama bunu süsten ziyade bir sağlıklı yaşam programı içinde görürler.
 
Bu yüzden sokak aralarında yürürken kuaför dükkanlarının  içine baktığınızda elemanların  ya elindeki telefonda oyun oynadığını ya da her birinin bir koltukta gazete okuduğunu görürsünüz.

Her nasılsa burada işe başlayan her kuför dükkanı bir süre sonra sanki doğurur. Bir dükkanda yetişen, eli biraz fön tutmayı öğrenen çıraklar hemen kendilerinin de tez zamanda patron olmaları gerektiğine karar verirler ve üçü beşi bir araya gelip 4 metre ilerde yeni bir kuaför dükkanı açarlar.

Bu yüzden eski semt sakinleri hangi kuaför dükkanına giderlerse gitsinler, orada muhakkak onları çok eskilerden tanıyan en ez bir elemanla karşılaşırlar.

Semtin bekarlarının evinde pek fazla yemek pişmez.

Bu yüzden yolda birbirini gören yakın arkadaşların, "Aç mısın?" sorusunun ardından en yakın kafeye oturup birer bardak bir şey içmeleri veya bir salata yemeleri alışılagelmiş şeylerdendir.

Bu yüzden bekar kesim genelde  anne yemeğine hasret yaşamaktadır;-))

Bir ahbaplarının evine davet edildiklerinde menüde dolma, karnıyarık gibi yemekleri görünce muhteşem bir ziyafete konmuş modunda yaşayan kesime güzel bir  örnek teşkil ederler.

Mesela birkaç sene önce Akkavak Sokak'taki Kantin’in alt katında "açık büfe take away" bölümü açıldığında, ilk günler orada çalışan hanıma muhteşem iş yapacaklarını söylediğimde "umarım" demişti.

Bir ay sonra akşam üzeri gittiğimde kadıncağız servis yapmaktan tuvalete gitmeye vakit bulamaz haldeydi. Sağlıklı lezzetli yemek peşindeki tüm ahçılıktan uzak bekarlar ve tembel ev hanımları akşam yemeği paketleri için kuyruktaydılar.
 
Genelde Nişantaşı’nda sosyal hayat yolda, markette, kitapçıda, dükkanda karşılaşmalarla sürer gider ve bu yüzden kimse kimsenin evine oturmaya gitmez. Akıp giden hayatın ve günlük koşuşturmaların arasına sıkışmış bu ayak üstü sohbetlerle herkes diğerinin hayatındaki değişiklikleri öğrenir. Çünkü o on dakikada karşılıklı haberlerle hayat  güncellemeleri yapılır ve belki de  bu yüzden dostluklar yıllarca sürer.
 
Zaten semt sakinlerinin takıldığı yerler bellidir ve herkes birbiri ile göz aşinasıdır.

Aşk Kafe eski yeni herkes için gözdedir.

Semtin butik kitapçısı Reasürans Pasajı'nın altındaki Patika Kitap Evi'dir. Sahibi Müslüm gelen herkesi tanır, tanımadıkları ile de tanışır ve size kendinizi özel hisettirir.

Oradan alış veriş ederken, DR'de kasanın arkasında duran kızın algıladığı gibi herhangi biri olmadığınızı bilirsiniz.

Yıllarca o semtte oturan bir Nişantaşlı olmanın en çok tadını çıkaracağınız yer o kitapçıdır. İstediğiniz gibi oturur, kitap karıştırır, işiniz uzunsa çayınızı içer, kasada da kötü muamele görmeyeceğinizi, bile bile kredi kartınıza kaç taksit yapılacağını sorabilirsiniz.
 
Nişantaşı sakinleri cumartesi geceleri ev davetleri harici sokaklara çıkmayı sevmez, sinemayı veya konser gibi etkinlikleri tercih ederler.

Günlüklerimiz devam edecek...

http://www.facebook.com/selinmelekaktanartplus


(Selin Melek Aktan'ın bu yazısı 29 Ekim 2012 tarihinde Nishtime'de yayınlanmıştır.)

HARFLERDEKİ ATATÜRK!..


Bizi ayaklarımızın üstünde durur halde görebilmek için canını dişine takmıştı Atatürk. Bu mirası doğru dürüst taşımak ve yine o günlerdeki gibi el ele vererek,geleceğe ilerlemek hepimizin sorumluluğu değil mi sizce?




Atatürk’ ü anlamam ve ona her geçen gün artan tartışmasız bir hayranlıkla bağlanmam çok sonraki yıllara dayanır. Bazı şeylerin değerini hayat karşıma çıkardıkça yaşayarak daha iyi anladım.

Harf devrimi denen şeyin ne olduğu gerçeği ile ilk yüz yüze gelmem uzun yıllar önce Yunanistan’a gittiğimde oldu.
Liseyi bitirinceye kadar beden eğitimi derslerinden rapor alıp kaçmak için her türlü bahaneyi bulan ben 17 yaşından sonra mutasyon geçirerek birdenbire sporcu kesilmiştim.
O sıralarda da at binmeye karar vermiş,hatta kısa zamanda çok ilerleyeceğimi düşünerek yarış kıyafetlerimi bile almıştım. Kullanmak hiç nasip olmadı ama ancak konkurhipiklerde yarışırken takılan beyaz fular hala çatı katının bir yerlerinde durur.
Türkiye’de binicilik malzemesi fazla satılmadığı için, asfaltta yumurta pişirilebilecek kadar sıcak bir yaz günü Atina’ da özel bir at çizmesi arayışına çıktığımızı hatırlıyorum.Taksilerin nöbet değişim saati olduğundan 20 dakikalık mesafeyi yürüyelim istemiştik.
Ama,işaret levhalarındaki o kargacık burgacık yazıları okuyarak aradığımız yere gitmek ne mümkün. Alfa,beta ,gama gibi geometri derslerinden hatırladığım tüm işaretler yan yana dizilmiş,çözülmez bir bilmece olarak bize bakıyordu.
Sonraki yıllarda da Polonya ,Bulgaristan, Tayland,Çin, Japonya,Arabistan,İsrail gibi günlük yaşamında farklı alfabe kullanan her ülkeye gittiğimde harf devrimi nedeniyle Atatürk’e defalarca teşekkür ettim.
İsmini söylediklerinde kafanıza yazıp ezberlediğiniz bir semt ismini, tabelaları takip ederek bulmanız neredeyse imkansızdı bu ülkelerde. Son yıllarda bazılarında artık turistik yerlerde latin alfabesiyle de yazıyorlar ,ama bir kısmında hala böyle bir durum söz konusu değil.
Hiç böyle bir ülkede yemek siparişi vermek zorunda kaldınız mı?
Daha önce hiç tatmadığınız bir mutfaksa zaten restorandaki en garip tadı ısmarlama riskiyle karşı karşıya , tedirgin bir şekilde masaya oturursunuz.
Sonra menüyü elinize aldığınızda , yemek isimlerinin yanında uzayıp giden o garip harfler silsilesi sizi iyice ümitsizliğe düşürür. Sonunda ben bunlarla baş edemeyeceğim diyerek,kendinizi garsonun tavsiyesine ve insafına bırakmaya karar verirsiniz.
Eğer şanslı gününüzdeyseniz ağız tadınıza uyan bir yemek gelir ve karnınız doymuş bir şekilde restorandan çıkarsınız..
Amerikalı bir dostum büyük bir Türkiye hayranıdır. Yıllar önce Jamaika’da ki bir tatil sırasında tüm hafta boyunca okuduğum kitabın bazı yerlerinde gözümden yaşlar gelmesine,ve yanımdaki sehpada kağıt mendillerden bir tepe oluşurken ,burnumu çekerekokumaya devam etmeme çok şaşırmıştı. Acıklı bir aşk hikayesi okuduğumu sanıyordu.
-Bu kadar üzücü olan ne? dedi.Ona Atatürk’le ilgili bir kitap okuduğumu söyleyince ;
-İyi ama niye ağlıyorsun? Diye sordu.
O ağlayışım kuşkusuz ilkokulda kasımpatılarla özdeşleşmiş 10 kasımlardaki havaya girip ağlamalardan çok farklıydı.
Onun ölümüne ağlıyorum dedim.
Havaalanında uçağa binmeden önce son dakikada aldığım bir kitaptı Sarı Zeybek. Sonradan Mustafa filmiyle yerden yere vurduğumuz Can Dündar!ın kitabı..
Mustafa filminde de,Sarı Zeybekte de beni en çok etkileyen ne olmuştur biliyor musunuz? Atatürk’ün ruhunu görmek ve onun duygusal hayatını anlama fırsatı bulabilmek..
Kuşkusuz acıları,hayal kırıklıkları,başarıları,yenilgileri olmuştu hayatının başlangıç yıllarında.
Ama o her seferinde ayağa kalkmış ,ümitsizliğe kapılmadan, yoluna devam etmişti. Mücadeleden yıldığım zamanlar hep onun hayat içindeki bu yolculuğunu hatırlar,vazgeçmekten vazgeçerim.
O kadar çok şeyden fedakarlık etmişti ki, Türkiye Cumhuriyeti devletini kurabilmek için.
Hiç aşık oldunuz mu? diye soran bir gazeteciye verdiği şu cevap sadece fikirlerden değil, duygulardan da ibaret bir Atatürk’ü tanıma açısından beni çok etkilemiştir.
-Çocuk, askeriz dediysek kalpsiziz demedik ya..Elbet bizim de oldu gönlümüzü kıpırdatan şeyler,ama savaşmaktan bunlara bakacak halimiz mi vardı.

Onun manevi kızı Ülkü ile olan resimlerine bakıyorum da,belki baba da olmak istemişti.Ama dediği gibi zamanı olmuş muydu ki normal bir aile düzenine geçebilmek , eşi ve çocuklarıyla yaşlanabilmek için.
Savaşlar,sonra cumhuriyeti kurmak,devrimler,sanki hep bize bir şeyler bırakabilmek için yaşamıştı.
TV de oynadığı yıllarda Türkiye’de olmadığım için kaçırdığım savaş sonrası Atatürk’ ü anlatan o kitapta dünyanın öbür ucundaki bir Karayip adasında, bir ulusa adanmış o hayatı okurken ben ona gerçekten aşık olmuştum.
Daha sonraki yıllarda zamanında siyasetle de uğraşmış bu avukat dostuma Atatürk!’ ün hayatını anlatan ingilizce bir kitap hediye ettim.
Amerika’da tıp ve hukuk dallarında okumak için önce başka bir fakülte bitirmeniz gerekir.O da hukuk fakültesinden önce felsefe ve tarih okumuştu.Atatürk’ü ve yaptıklarını zaten biliyordu.Ama o kitapla detayları öğrendi.En çok anlamakta veya inanmakta zorlandığı şey ise nasıl olup ta bir ülkedeki tüm insanların 3 ay gibi kısa bir sürede eski alfabelerini bırakarak başka bir alfabede okuyup yazmayı öğrendikleriydi.
O sorduktan sonra düşündüm,gerçektende ne kadar zor bir şeydi bu.
Evet,onu tahta başında yanında çocuklarla ve bir takım adamlarla gösteren başöğretmen Atatürk resimleri vardı kafamda hayal mayal hatırladığım.
İnsanlar çoluklarını çocuklarını bırakıp veya akşam saatlerinde işten çıkıp okullara gitmişler ve bambaşka harflerle okuyup yazmayı öğrenmişlerdi.Köylerde,kentlerde vatan sathındaki her yerde... Mucize gibiydi gerçekten.
Önderlerine karşı bu nasıl bir inançtı ki ,o ‘’yap’’ deyince yapmışlar,Atalarına mahcup olmamak için oturup çocuklar gibi yeniden yazı yazmayı öğrenmişlerdi.
Ve bu nasıl bir organize olma kabiliyetiydi ki,o kadar kısa bir sürede öğretmenler bu yazıyı öğrenmiş,sonra da başkalarına öğretmişlerdi?
Ufacık bir organizasyonda, en uygun şartlarda bile binlerce sorun çıktığı düşünülünce Amerikalı arkadaşımın şaşkınlığına hak vermemek mümkün değil.
Bu nasıl bir hızdı?Savaştan çıkmış bir ülkede bu hızda toparlanma ve yeniden yapılanma süreci ancak Atasına inanan bütünleşmiş bir halkla bu kadar başarılı olabilirdi.
Atatürk sanki yaşayacağı senelerin kısıtlı olabileceğini düşünmüş gibi, ülkesindeki en temel taşları yerine koymak için zamanla yarışmıştı.
Hani anne babalar derler ya,şu evladımın büyüdüğünü kendi ayakları üzerinde durduğunu görmeden tanrım canımı alma diye.
Bizi ayaklarımızın üstünde durur halde görebilmek için canını dişine takmıştı Atatürk.
Bu mirası doğru dürüst taşımak ve yine o günlerdeki gibi el ele vererek,geleceğe ilerlemek hepimizin sorumluluğu değil mi sizce?
        
(Selin Melek Aktan'ın bu yazısı   24 Ekim 2012 tarihinde Ulusal Ses’te yayınlanmıştır.)

Selin Melek AKTAN
[ Ulusal Ses ] - 10/24/2012

Küfür Edebiyatı




Selin Melek AKTAN | 23 Ekim 2012 | 
Dizi izlemekten hiç zevk almıyorum ,niye biliyor musunuz? Dram görmekten,küfür dinlemekten, herkesin her vesile ile birbirini dövdüğü, silah  çektiği görüntülerden  nefret ettiğim  için.
Şimdi bazı bilirkişiler bana,beğenmiyorsanız düğmeyi çevirisiniz olur biter diyecek.İyi zaten ben de düğmeyi çeviriyorum olup bitiyor da ,ya başkaları ne olacak.
Çocukluğundan itibaren televizyona esir olmuş,başka hiçbir eğlencesi olmayan insanlar ,daha da önemlisi TV ile beyni yıkanan bir gençlik var ortada.
Ondan sonra da ‘’niye şiddet toplumu olduk,’’diye soruyoruz  kendimize .
Görünen o ki   konuşarak anlaşmayı beceremiyoruz.
Siz gün 24 saat küfürün,dayağın,kavganın kol gezdiği dizilerle doldurursanız ekranı,o ekranı izleyen çoluk çocuk demek ki normali buymuş demez mi?
Eski türk filmlerine bakın?Hiç küfür var mıydı onlarda? İzlenmiyorlar mıydı,sevilmiyorlar mıydı?
Zavallı Erol Taş,yıllarca kötü adam rolü oynadı,   kötü adam diye bilindi  ama ben hiç bir filmde onun küfür ettiğini duymadım.
Şimdi  ise tüm kötü adamlar birer kahraman.
Eskiden koca türk sinemasında bir tek sapık vardı,tecavüzcü Coşkun.
Bir tane de kızları kötü emellerine alet eden bir adam Nuri Alço..
Görünen o ki,şimdi dizilerde herkes tecavüzcü Coşkun herkes Nuri Alço ve bunlar neredeyse artık normal tiplerden sayılıyor.
Kaynana Semra’yı kim unutabilir?
Gerçi  bazı kişiler kötü örnek olarak onu psikolojik  bir vaka olarak izlemiş olabilir..Semra hanım sonunda esip gürledikçe ezilmişlerin güç sembolü haline geldi ve kimbilir kaç genç kavga ettikçe,sesini yükselttikçe haklılığını kabul ettireceğini düşünmeye başladı.
Ciddi bir televizyon kanalının sadece reyting oranlarına bakarak  toplumu bu şekilde etkileyecek bir olaya vesile olması ne çirkin değil mi?
Kaldı ki iyi bir sanatçı olabilir ama bence türk sinemasında küfür ve argoyu ilk başlatan Kemal Sunal filmleridir.Bu yüzden o filmleri hiç sevmem.Gerçi eskiden  o filmlerde beni rahatsız eden sözler şimdilerde   çok masum kaldı ya..
Kurtlar vadisine herkesin bayıldığını biliyorum.Ben bayılmıyorum.İçinde silah ve şiddet olan hiçbir diziye bayılmıyorum.
Geçen gün tesadüfen Kuzey Güney’e bakayım dedim,içim karardı kapattım.O  ne  bitirim haller,her fırsatta yumruğunu sıkıp havaya fırlamalar,  karısını dövmeye kalkan ve evden kovan aile babaları,para için her türlü rezilliğe evet diyen anneler…Bunlar toplumun aynası mı,yoksa biz bunları en büyük kanallarda göstere göstere marjinal olmaktan  çıkarıp normal olaylar arasına mı soktuk?
Her türlü terbiye önce ailede başlar.Sonra okulda devam eder.Ama şimdi TV denen bir faktör varken çocuğu nasıl terbiye edeceksiniz ?
Amerikalıların dejenerasyonundan bahseder dururuz.İnanın Amerikan filimlerine ve dizilerine bakıyorum,bu kadar küfürlü  deformasyon göremiyorum.
Benim babam  ticaretle uğraşan bir adamdı.Hiç mi küfür bilmezdi? Eminim bir erkek olarak küfür biliyordur.Ama biz onun ağzından şu veya bu sebeple çıkmış hiçbir küfür veya argo söz duymadık.Demek ki aile ortamına bunları sokmayacak kadar edep adap sahibiymiş.
Hiç unutmuyorum.Üniversite birinci sınıftayım. Birgün yorgun argın eve geldim.Herhalde o yaşta ben de bir yerlerden duyup özenmiş olmalıyım ki,’’üff çok yoruldum haşat oldum’’ diye bir cümle kullandım.Ağabeyim dehşet dolu gözlerle bana baktı ve ‘’bu ne biçim konuşma,nereden öğrendin bu kelimeyi,Hayat kadınları gibi, hiç yakıştımı senin ağzına ‘’haşat oldum’’ demek.Biz seni bunun için mi üniversiteye yolluyoruz?’’ dedi ve bu benim için son oldu.Ne kadar mahçup olduğumu anlatamam.
Tweeter da yazılan ve normal sayılan konuşma dilinden argodan küfürden inanın midem bulanıyor.
Ne yazık ki bunların içinde genç kızlar da var.Nasıl anne olup nasıl çocuk yetiştirecek bu genç kızlar ve onların doğurduğu ,büyüttüğü çocuklardan ne hayır gelecek bu topluma merak ediyorum.
Temiz toplum istiyorsak lütfen kirliliğe hizmet etmeyelim ve herşeye,tüm  tahriklere,tüm çirkinliklere rağmen inadına temiz kalalım .Her zaman ve her ortamda….
Herkesi ruhumuzu,dilimizi ,bedenimizi temiz tutma adabına davet ediyorum. Çirkin kelimelerle, silahla,küfürle, şiddetle güzellik üretilmez.Kötülüğün kol gezdiği sisteme uymak yerine, kendi örnek duruşu ile onu değiştirenlerden  olmak istemez misiniz?

(Selin Melek Aktan'ın bu yazısı 23 Ekim 2012 tarihinde Akdeniz Haberci ‘de yayınlanmıştır.)

KUŞKUCU ŞEMPANZE!..



Nedense insanların söylediklerinin altında başka manalar aramak hiç aklıma gelmez.Hatta birkaç kere bu yüzden duvara tosladıktan sonra, bu huyumdan vaz geçebilmek için psikodrama seanslarına bile gittim.
’Psikodrama nedir ?’’diye soranlar için kısa bir açıklama getireyim;

Psikodrama seanslarında 8 kişi haftada bir gün bir psikolog başkanlığında, oturuyor ve o hafta sizi etkileyen olayları tartışıyorsunuz.

Bu bir korku olabilir,benim yaşadığım gibi kolay kandırılabildiği için kendine dönen bir kızgınlık veya tam tersi insanlara hiç güvenememek,ya da farklı nedenlerle oluşmuş bir öfke olabilir.
Danışmanınız, size gruba katılanlarla birlikte o olayı teatral olarak tekrar yaşatıyor ve siz de sonunda yaşadıklarınızın kökenine inmeye başlıyorsunuz.
Ben yıllar önce değerli psikolog arkadaşım Bilun Armağan, Nişantaşında Nar Yaşam Merkezini ilk açtığında, biraz ona destek olmak amacıyla,birazda merakımdan bu seanslara katılmaya karar vermiştim.
Daha sonra tiryakisi oldum ve hayatımın 5 yılında değişik gruplarla bu tip çalışmalara devam ettim . Kuşkusuz psikodramalar sayesinde kendimle ilgili pek çok gerçeğin farkına vardım ve zamanla takıldığım konuları daha çabuk çözmeye başladım.
Neyse sözü uzatmayayım.

Benim sorunum insanlara güvenmemek değil,aksine çok güvenmekti.

Kazık yediğim zaman da öyle büyük bir şaşkınlığa kapılıyordum ki,ilk tepkim ‘’yok hayır bu benim başıma gelmiş olamaz,herhalde yanılıyorum ‘’diye inanamamak oluyordu..

Sonra da ''nasıl bu kadar aptal olabiliyorum'' diye kendi kendime müthiş kızıyordum.

Kaybımdan çok aptal yerine konmuş olmak feci şekilde canımı acıtıyordu.
Bu huyumun ailemde kimden bana geçmiş olabileceğini araştırırken gördük ki her zamanki gibi armut ağacının dibine düşmüştü ve ben bu konuda aynı anne ve babama benziyordum..

(Bu arada hatırlatayım,hayatınızdaki pek çok alışkanlık veya duygunun temeli çekirdek ailenize yani anne baba ve kardeşlerinize dayanıyor.)

Neyseki sonunda beni, her ikisi de son derece dürüst ve diğer insanlarında öyle olduğunu düşünen bir anne baba tarafından güven dolu bir ortamda büyütülmüş normal bir çocuk olduğuma ve sorunun bende değil etrafımda olduğuna ikna ettiler de ben de kendime kızmaktan vazgeçtim.

Şimdi gelelim esas konumuza;

Yani, bakın insanlara aşırı güvendiği ve kimseden kötülük beklemediği için tedaviye giden ben bile artık etrafımda olup bitenlerle ilgili komplo teorileri üretmeye ve herşeyde bir bit yeniği aramaya başladıysam, ülkemde durum son derece vahim demektir. 
Başbakanımız gene bir cevheri yan masadan, pardon kürsüden ansızın ortaya attı ve milletvekili seçilme yaşının 18 olması gerektiğini söyleyiverdi.

Benim başka bir önerim var,hadi gelin şunu iki yaş daha aşağı çekelim,oldu olacak 16 yapalım da bari gençlerimiz bluğ çağlarını Mecliste geçirsinler, anne babaları da rahat bir nefes alsınlar.

Hatta meclis salonuna bir de internet oyunları falan da koyun ki , hazır gelmişken çocuklar orada o oyunlar üzerinde savaş taktikleri çalışsınlar.

E artık üniversiteye de orada hazırlanırlar.

Doğal olarak meclise ücretsiz devam edilecek bir de dershane açarsınız, teneffüslerde gelip oylamalara katılırlar.
Şaka bir yana,herkes niye diye sorarken,her nasılsa benim aklıma başka sorular geliyor.

Herkes bilir ki,insanların ceplerinde seçim harcamalarını karşılayacak paraları yoksa milletvekili seçilmeleri çok zordur.
Malum AKP hükümeti ile birlikte sermaye el değiştirdi ve yeşil sermaye denen bir şey gündeme geldi.

Kimsenin parasında gözümüz yok ama acaba gaye onların çocuklarını biran önce meclise sokup,baba para kazanırken ailenin daha genç fertlerini de siyaset arenasına almak mı? Ne güzel babalar evlatlara çalışırken,bir yandan da evlatlar babalarının açıklarını kapatmaya çalışır.

Ya da gaye parti olarak İmam Hatiplerden mezun hafızlar ordusundan milletvekilcikleri çıkararak meclisi yıllarca parsellemeye çalışmak mı ?

Yani gördüğünüz gibi artık benim de kafam başka türlü çalışmaya başladı.
Partilerin gençlik kolları bugüne kadar kime neye yetmiyor du ki,böyle bir cevher yumurtladınız ey başbakanım?

Devlet idare etmek 18 yaşında olacak iş midir allahaşkına?

Lütfen biraz ciddiyet Tayyip bey,millete saygınız yoksa temsil ettiğiniz kuruma saygınız olsun.

Gelelim diğer konuya..Hani şu herkes en az 3 çocuk yapsın meselesine..

Hepsine iş ve aş imkanı verebileceğinizi mi düşünüyor sunuz?

Yoksa ülkeyi Çin gibi bir tas pirince tüm gün çalışan ve ucuz iş gücü oluşturan bir insancıklar ülkesi haline mi getirmek istiyorsunuz?

Biliyorsunuz geçenlerde 4 kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı 3013 lira olarak açıklandı ;

Yani o ailede herkesin ergen olup, asgari ücretten çalıştığını farz etsek bile, zavallılar yine fakir yine fakir kalacaklar.

Açlık sınırı da aynı aile için 925 lira.

E madem zamları, pardon sizin tabirinizle ayarlamaları yapıyorsunuz o zaman insanları açlık sınırından çıkaracak ayarlamaları da yapın demezler mi adama?

Bence çok çocuktan önce konuşulacak başka şeyler var.

Üniversiteli işsizler ordusu,imtahanı kazandığı halde kadrosuzluktan yerlerine yerleştirilemeyen devlet memurları,sokaklarda yaşayan sahipsiz kalmış,uyuşturucuya alıştırılan,taciz edilen çocuklar.

Niye ailelere ‘’çocuk yapın’’ demek yerine,’’sahipsiz bir çocuğu evlat edinin veya en azındab bakımını,eğitimini üstlenin.’’diye vaaz vermiyorsunuz?

Bu çok daha mantıklı değil mi?
Tabi daha öncede belirttiğim gibi karanlık atölyelerde bir tas pirinç için varlıklı ülkelere mal yetiştirmeye çalışan Çinliler gibi olmayı düşünmüyorsak...

Gezi parkının yerine Taksim’e yapılacak Topçu kışlasına gelince:

Hımm,ne güzel artık Taksim mitingleri sadece polis gözetiminde değil,kalabalıkların üstüne çevrilen topların gölgesinde de yapılacak demektir.

Baktınız dalgalanma,toplulukta fazla bir hareketlenme var,at pare pare topları üzerlerine bitsin gitsin.

Abarttın demeyin,mutasyona uğradığımı,artık kuşkucu şempanze olduğumu size baştan söyledim. Yılların psikodrama seanslarının yapamadığını vallahi hükümet yaptı bana,sağolsunlar.

(Selin Melek Aktan'ın bu yazısı   13 Ekim 2012 tarihinde Ulusal Ses 'te yayınlanmıştır.)

Selin Melek AKTAN

[ Ulusal Ses ] - 10/13/2012