31 Ekim 2012 Çarşamba

HARFLERDEKİ ATATÜRK!..


Bizi ayaklarımızın üstünde durur halde görebilmek için canını dişine takmıştı Atatürk. Bu mirası doğru dürüst taşımak ve yine o günlerdeki gibi el ele vererek,geleceğe ilerlemek hepimizin sorumluluğu değil mi sizce?




Atatürk’ ü anlamam ve ona her geçen gün artan tartışmasız bir hayranlıkla bağlanmam çok sonraki yıllara dayanır. Bazı şeylerin değerini hayat karşıma çıkardıkça yaşayarak daha iyi anladım.

Harf devrimi denen şeyin ne olduğu gerçeği ile ilk yüz yüze gelmem uzun yıllar önce Yunanistan’a gittiğimde oldu.
Liseyi bitirinceye kadar beden eğitimi derslerinden rapor alıp kaçmak için her türlü bahaneyi bulan ben 17 yaşından sonra mutasyon geçirerek birdenbire sporcu kesilmiştim.
O sıralarda da at binmeye karar vermiş,hatta kısa zamanda çok ilerleyeceğimi düşünerek yarış kıyafetlerimi bile almıştım. Kullanmak hiç nasip olmadı ama ancak konkurhipiklerde yarışırken takılan beyaz fular hala çatı katının bir yerlerinde durur.
Türkiye’de binicilik malzemesi fazla satılmadığı için, asfaltta yumurta pişirilebilecek kadar sıcak bir yaz günü Atina’ da özel bir at çizmesi arayışına çıktığımızı hatırlıyorum.Taksilerin nöbet değişim saati olduğundan 20 dakikalık mesafeyi yürüyelim istemiştik.
Ama,işaret levhalarındaki o kargacık burgacık yazıları okuyarak aradığımız yere gitmek ne mümkün. Alfa,beta ,gama gibi geometri derslerinden hatırladığım tüm işaretler yan yana dizilmiş,çözülmez bir bilmece olarak bize bakıyordu.
Sonraki yıllarda da Polonya ,Bulgaristan, Tayland,Çin, Japonya,Arabistan,İsrail gibi günlük yaşamında farklı alfabe kullanan her ülkeye gittiğimde harf devrimi nedeniyle Atatürk’e defalarca teşekkür ettim.
İsmini söylediklerinde kafanıza yazıp ezberlediğiniz bir semt ismini, tabelaları takip ederek bulmanız neredeyse imkansızdı bu ülkelerde. Son yıllarda bazılarında artık turistik yerlerde latin alfabesiyle de yazıyorlar ,ama bir kısmında hala böyle bir durum söz konusu değil.
Hiç böyle bir ülkede yemek siparişi vermek zorunda kaldınız mı?
Daha önce hiç tatmadığınız bir mutfaksa zaten restorandaki en garip tadı ısmarlama riskiyle karşı karşıya , tedirgin bir şekilde masaya oturursunuz.
Sonra menüyü elinize aldığınızda , yemek isimlerinin yanında uzayıp giden o garip harfler silsilesi sizi iyice ümitsizliğe düşürür. Sonunda ben bunlarla baş edemeyeceğim diyerek,kendinizi garsonun tavsiyesine ve insafına bırakmaya karar verirsiniz.
Eğer şanslı gününüzdeyseniz ağız tadınıza uyan bir yemek gelir ve karnınız doymuş bir şekilde restorandan çıkarsınız..
Amerikalı bir dostum büyük bir Türkiye hayranıdır. Yıllar önce Jamaika’da ki bir tatil sırasında tüm hafta boyunca okuduğum kitabın bazı yerlerinde gözümden yaşlar gelmesine,ve yanımdaki sehpada kağıt mendillerden bir tepe oluşurken ,burnumu çekerekokumaya devam etmeme çok şaşırmıştı. Acıklı bir aşk hikayesi okuduğumu sanıyordu.
-Bu kadar üzücü olan ne? dedi.Ona Atatürk’le ilgili bir kitap okuduğumu söyleyince ;
-İyi ama niye ağlıyorsun? Diye sordu.
O ağlayışım kuşkusuz ilkokulda kasımpatılarla özdeşleşmiş 10 kasımlardaki havaya girip ağlamalardan çok farklıydı.
Onun ölümüne ağlıyorum dedim.
Havaalanında uçağa binmeden önce son dakikada aldığım bir kitaptı Sarı Zeybek. Sonradan Mustafa filmiyle yerden yere vurduğumuz Can Dündar!ın kitabı..
Mustafa filminde de,Sarı Zeybekte de beni en çok etkileyen ne olmuştur biliyor musunuz? Atatürk’ün ruhunu görmek ve onun duygusal hayatını anlama fırsatı bulabilmek..
Kuşkusuz acıları,hayal kırıklıkları,başarıları,yenilgileri olmuştu hayatının başlangıç yıllarında.
Ama o her seferinde ayağa kalkmış ,ümitsizliğe kapılmadan, yoluna devam etmişti. Mücadeleden yıldığım zamanlar hep onun hayat içindeki bu yolculuğunu hatırlar,vazgeçmekten vazgeçerim.
O kadar çok şeyden fedakarlık etmişti ki, Türkiye Cumhuriyeti devletini kurabilmek için.
Hiç aşık oldunuz mu? diye soran bir gazeteciye verdiği şu cevap sadece fikirlerden değil, duygulardan da ibaret bir Atatürk’ü tanıma açısından beni çok etkilemiştir.
-Çocuk, askeriz dediysek kalpsiziz demedik ya..Elbet bizim de oldu gönlümüzü kıpırdatan şeyler,ama savaşmaktan bunlara bakacak halimiz mi vardı.

Onun manevi kızı Ülkü ile olan resimlerine bakıyorum da,belki baba da olmak istemişti.Ama dediği gibi zamanı olmuş muydu ki normal bir aile düzenine geçebilmek , eşi ve çocuklarıyla yaşlanabilmek için.
Savaşlar,sonra cumhuriyeti kurmak,devrimler,sanki hep bize bir şeyler bırakabilmek için yaşamıştı.
TV de oynadığı yıllarda Türkiye’de olmadığım için kaçırdığım savaş sonrası Atatürk’ ü anlatan o kitapta dünyanın öbür ucundaki bir Karayip adasında, bir ulusa adanmış o hayatı okurken ben ona gerçekten aşık olmuştum.
Daha sonraki yıllarda zamanında siyasetle de uğraşmış bu avukat dostuma Atatürk!’ ün hayatını anlatan ingilizce bir kitap hediye ettim.
Amerika’da tıp ve hukuk dallarında okumak için önce başka bir fakülte bitirmeniz gerekir.O da hukuk fakültesinden önce felsefe ve tarih okumuştu.Atatürk’ü ve yaptıklarını zaten biliyordu.Ama o kitapla detayları öğrendi.En çok anlamakta veya inanmakta zorlandığı şey ise nasıl olup ta bir ülkedeki tüm insanların 3 ay gibi kısa bir sürede eski alfabelerini bırakarak başka bir alfabede okuyup yazmayı öğrendikleriydi.
O sorduktan sonra düşündüm,gerçektende ne kadar zor bir şeydi bu.
Evet,onu tahta başında yanında çocuklarla ve bir takım adamlarla gösteren başöğretmen Atatürk resimleri vardı kafamda hayal mayal hatırladığım.
İnsanlar çoluklarını çocuklarını bırakıp veya akşam saatlerinde işten çıkıp okullara gitmişler ve bambaşka harflerle okuyup yazmayı öğrenmişlerdi.Köylerde,kentlerde vatan sathındaki her yerde... Mucize gibiydi gerçekten.
Önderlerine karşı bu nasıl bir inançtı ki ,o ‘’yap’’ deyince yapmışlar,Atalarına mahcup olmamak için oturup çocuklar gibi yeniden yazı yazmayı öğrenmişlerdi.
Ve bu nasıl bir organize olma kabiliyetiydi ki,o kadar kısa bir sürede öğretmenler bu yazıyı öğrenmiş,sonra da başkalarına öğretmişlerdi?
Ufacık bir organizasyonda, en uygun şartlarda bile binlerce sorun çıktığı düşünülünce Amerikalı arkadaşımın şaşkınlığına hak vermemek mümkün değil.
Bu nasıl bir hızdı?Savaştan çıkmış bir ülkede bu hızda toparlanma ve yeniden yapılanma süreci ancak Atasına inanan bütünleşmiş bir halkla bu kadar başarılı olabilirdi.
Atatürk sanki yaşayacağı senelerin kısıtlı olabileceğini düşünmüş gibi, ülkesindeki en temel taşları yerine koymak için zamanla yarışmıştı.
Hani anne babalar derler ya,şu evladımın büyüdüğünü kendi ayakları üzerinde durduğunu görmeden tanrım canımı alma diye.
Bizi ayaklarımızın üstünde durur halde görebilmek için canını dişine takmıştı Atatürk.
Bu mirası doğru dürüst taşımak ve yine o günlerdeki gibi el ele vererek,geleceğe ilerlemek hepimizin sorumluluğu değil mi sizce?
        
(Selin Melek Aktan'ın bu yazısı   24 Ekim 2012 tarihinde Ulusal Ses’te yayınlanmıştır.)

Selin Melek AKTAN
[ Ulusal Ses ] - 10/24/2012

Hiç yorum yok: