Bizi ayaklarımızın üstünde durur halde
görebilmek için canını dişine takmıştı Atatürk. Bu mirası doğru dürüst
taşımak ve yine o günlerdeki gibi el ele vererek,geleceğe ilerlemek
hepimizin sorumluluğu değil mi sizce?
|
|
Atatürk’
ü anlamam ve ona her geçen gün artan tartışmasız bir hayranlıkla bağlanmam
çok sonraki yıllara dayanır. Bazı şeylerin değerini hayat karşıma
çıkardıkça yaşayarak daha iyi anladım.
Harf
devrimi denen şeyin ne olduğu gerçeği ile ilk yüz yüze gelmem uzun yıllar
önce Yunanistan’a gittiğimde oldu.
Liseyi
bitirinceye kadar beden eğitimi derslerinden rapor alıp kaçmak için her
türlü bahaneyi bulan ben 17 yaşından sonra mutasyon geçirerek birdenbire
sporcu kesilmiştim.
O
sıralarda da at binmeye karar vermiş,hatta kısa zamanda çok ilerleyeceğimi
düşünerek yarış kıyafetlerimi bile almıştım. Kullanmak hiç nasip olmadı ama
ancak konkurhipiklerde yarışırken takılan beyaz fular hala çatı katının bir
yerlerinde durur.
Türkiye’de
binicilik malzemesi fazla satılmadığı için, asfaltta yumurta
pişirilebilecek kadar sıcak bir yaz günü Atina’ da özel bir at çizmesi
arayışına çıktığımızı hatırlıyorum.Taksilerin nöbet değişim saati
olduğundan 20 dakikalık mesafeyi yürüyelim istemiştik.
Ama,işaret
levhalarındaki o kargacık burgacık yazıları okuyarak aradığımız yere gitmek
ne mümkün. Alfa,beta ,gama gibi geometri derslerinden hatırladığım tüm
işaretler yan yana dizilmiş,çözülmez bir bilmece olarak bize bakıyordu.
Sonraki
yıllarda da Polonya ,Bulgaristan, Tayland,Çin, Japonya,Arabistan,İsrail
gibi günlük yaşamında farklı alfabe kullanan her ülkeye gittiğimde harf
devrimi nedeniyle Atatürk’e defalarca teşekkür ettim.
İsmini
söylediklerinde kafanıza yazıp ezberlediğiniz bir semt ismini, tabelaları
takip ederek bulmanız neredeyse imkansızdı bu ülkelerde. Son yıllarda
bazılarında artık turistik yerlerde latin alfabesiyle de yazıyorlar ,ama
bir kısmında hala böyle bir durum söz konusu değil.
Hiç böyle
bir ülkede yemek siparişi vermek zorunda kaldınız mı?
Daha önce
hiç tatmadığınız bir mutfaksa zaten restorandaki en garip tadı ısmarlama
riskiyle karşı karşıya , tedirgin bir şekilde masaya oturursunuz.
Sonra
menüyü elinize aldığınızda , yemek isimlerinin yanında uzayıp giden o garip
harfler silsilesi sizi iyice ümitsizliğe düşürür. Sonunda ben bunlarla baş
edemeyeceğim diyerek,kendinizi garsonun tavsiyesine ve insafına bırakmaya
karar verirsiniz.
Eğer şanslı
gününüzdeyseniz ağız tadınıza uyan bir yemek gelir ve karnınız doymuş bir
şekilde restorandan çıkarsınız..
Amerikalı
bir dostum büyük bir Türkiye hayranıdır. Yıllar önce Jamaika’da ki bir
tatil sırasında tüm hafta boyunca okuduğum kitabın bazı yerlerinde gözümden
yaşlar gelmesine,ve yanımdaki sehpada kağıt mendillerden bir tepe oluşurken
,burnumu çekerekokumaya devam etmeme çok şaşırmıştı. Acıklı bir aşk
hikayesi okuduğumu sanıyordu.
-Bu kadar
üzücü olan ne? dedi.Ona Atatürk’le ilgili bir kitap okuduğumu söyleyince ;
-İyi ama
niye ağlıyorsun? Diye sordu.
O
ağlayışım kuşkusuz ilkokulda kasımpatılarla özdeşleşmiş 10 kasımlardaki
havaya girip ağlamalardan çok farklıydı.
Onun
ölümüne ağlıyorum dedim.
Havaalanında
uçağa binmeden önce son dakikada aldığım bir kitaptı Sarı Zeybek. Sonradan
Mustafa filmiyle yerden yere vurduğumuz Can Dündar!ın kitabı..
Mustafa
filminde de,Sarı Zeybekte de beni en çok etkileyen ne olmuştur biliyor
musunuz? Atatürk’ün ruhunu görmek ve onun duygusal hayatını anlama fırsatı
bulabilmek..
Kuşkusuz
acıları,hayal kırıklıkları,başarıları,yenilgileri olmuştu hayatının
başlangıç yıllarında.
Ama o her
seferinde ayağa kalkmış ,ümitsizliğe kapılmadan, yoluna devam etmişti.
Mücadeleden yıldığım zamanlar hep onun hayat içindeki bu yolculuğunu
hatırlar,vazgeçmekten vazgeçerim.
O kadar
çok şeyden fedakarlık etmişti ki, Türkiye Cumhuriyeti devletini kurabilmek
için.
Hiç aşık
oldunuz mu? diye soran bir gazeteciye verdiği şu cevap sadece fikirlerden
değil, duygulardan da ibaret bir Atatürk’ü tanıma açısından beni çok
etkilemiştir.
-Çocuk,
askeriz dediysek kalpsiziz demedik ya..Elbet bizim de oldu gönlümüzü
kıpırdatan şeyler,ama savaşmaktan bunlara bakacak halimiz mi vardı.
Onun
manevi kızı Ülkü ile olan resimlerine bakıyorum da,belki baba da olmak
istemişti.Ama dediği gibi zamanı olmuş muydu ki normal bir aile düzenine
geçebilmek , eşi ve çocuklarıyla yaşlanabilmek için.
Savaşlar,sonra
cumhuriyeti kurmak,devrimler,sanki hep bize bir şeyler bırakabilmek için
yaşamıştı.
TV de
oynadığı yıllarda Türkiye’de olmadığım için kaçırdığım savaş sonrası
Atatürk’ ü anlatan o kitapta dünyanın öbür ucundaki bir Karayip adasında,
bir ulusa adanmış o hayatı okurken ben ona gerçekten aşık olmuştum.
Daha
sonraki yıllarda zamanında siyasetle de uğraşmış bu avukat dostuma
Atatürk!’ ün hayatını anlatan ingilizce bir kitap hediye ettim.
Amerika’da
tıp ve hukuk dallarında okumak için önce başka bir fakülte bitirmeniz gerekir.O da hukuk fakültesinden
önce felsefe ve tarih okumuştu.Atatürk’ü ve yaptıklarını zaten
biliyordu.Ama o kitapla detayları öğrendi.En çok anlamakta veya inanmakta
zorlandığı şey ise nasıl olup ta bir ülkedeki tüm insanların 3 ay gibi kısa
bir sürede eski alfabelerini bırakarak başka bir alfabede okuyup yazmayı
öğrendikleriydi.
O
sorduktan sonra düşündüm,gerçektende ne kadar zor bir şeydi bu.
Evet,onu
tahta başında yanında çocuklarla ve bir takım adamlarla gösteren
başöğretmen Atatürk resimleri vardı kafamda hayal mayal hatırladığım.
İnsanlar
çoluklarını çocuklarını bırakıp veya akşam saatlerinde işten çıkıp okullara
gitmişler ve bambaşka harflerle okuyup yazmayı
öğrenmişlerdi.Köylerde,kentlerde vatan sathındaki her yerde... Mucize gibiydi
gerçekten.
Önderlerine
karşı bu nasıl bir inançtı ki ,o ‘’yap’’ deyince yapmışlar,Atalarına mahcup
olmamak için oturup çocuklar gibi yeniden yazı yazmayı öğrenmişlerdi.
Ve bu
nasıl bir organize olma kabiliyetiydi ki,o kadar kısa bir sürede öğretmenler
bu yazıyı öğrenmiş,sonra da başkalarına öğretmişlerdi?
Ufacık
bir organizasyonda, en uygun şartlarda bile binlerce sorun çıktığı
düşünülünce Amerikalı arkadaşımın şaşkınlığına hak vermemek mümkün değil.
Bu nasıl
bir hızdı?Savaştan çıkmış bir ülkede bu hızda toparlanma ve yeniden
yapılanma süreci ancak Atasına inanan bütünleşmiş bir halkla bu kadar
başarılı olabilirdi.
Atatürk
sanki yaşayacağı senelerin kısıtlı olabileceğini düşünmüş gibi, ülkesindeki
en temel taşları yerine koymak için zamanla yarışmıştı.
Hani anne
babalar derler ya,şu evladımın büyüdüğünü kendi ayakları üzerinde durduğunu
görmeden tanrım canımı alma diye.
Bizi
ayaklarımızın üstünde durur halde görebilmek için canını dişine takmıştı
Atatürk.
Bu mirası
doğru dürüst taşımak ve yine o günlerdeki gibi el ele vererek,geleceğe
ilerlemek hepimizin sorumluluğu değil mi sizce?
(Selin Melek Aktan'ın bu
yazısı 24 Ekim 2012 tarihinde Ulusal Ses’te yayınlanmıştır.)
Selin Melek AKTAN
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder