14 Ocak 2013 Pazartesi

RAY-BAN'IN EN SEVDİĞİ CAMİ

RAY-BAN'IN EN SEVDİĞİ CAMİ

Bir diğer Nişantaşı klasiği de kuşkusuz Teşvikiye Camisi'dir
************************
Hani şu artistlerin, aktörlerin ve sosyetik ölülerin cenazesinin kalktığı yer.
 
Eskiden insanlar cenazelere mümkün olduğu kadar sade giyinip giderlerdi değil mi?

Şimdi ise ne kadar süslü giderseniz o kadar iyi..

Cenazelere az makyajlı ve mümkün olduğu kadar sade kıyafetlerle gitme adeti kuşkusuz burada hiç geçerli değildir.

Teşvikiye Camisi'ndeki cenazelere herkes yapılı saçları, püfür püfür elbiseleri ile  gelir.Ha bir de olmazsa olmaz koyu renk güneş gözlükleri ile...

Hadi yaz günü anladım da, kışın karanlık bir havada cenazelerde o koyu renk gözlükler niye takılır onu hiç anlayabilmiş değilim.
 
Yıllar önce Erenköy Camisi'nden çok sevdiğim bir arkadaşımın kayınvalidesinin cenazesi kalkıyordu. Hiç unutmam ben de göze batmamak için ve biraz da cenaze törenlerini düğün evine çevirmemek adabımdan olsa gerek, üzerime dümdüz bir lacivert palto geçirip gitmiştim.

Aman efendim ne büyük bir gaf..

Bir de baktım ki, eteği volanlı mı istersiniz, bebe yakalı, reglan kollu mu... Renk renk, desen desen kürkler etrafımda resmi geçit yapıyor.
 
Kızlarından güzel çıtır annelerin giydiği kısa, uzun; renkli, renksiz kürklerle dolu cami avlusuna bakınca kendimi Milano’ya gidip Fendi’nin kış defilesini yerinde izliyor gibi hissettiğimi dün gibi hatırlıyorum.

Hele 65 yaşında ve çapkınlığı iie ünlü bir beyefendiyi, başında önünde siperliğiyle denizci şapkası görünümlü lacivert bir şapka ve gözünde de son model kocaman güneş gözlükleri ile görünce çok şaşırmıştım.

Özcan, sanırım cenaze töreni sırasında, ömrü hayatında bir kere bile görmediği arkadaşının kayınvalidesi için hüngür hüngür ağlamaktan korkuyordu (!) ve  kızarmış gözlerini kamuoyuna göstermemek için o gözlüğü takmıştı:))))

Süslü ve bakımlı hanımlar makyajsız sokağa çıkmayı pek sevmezler.
 
Dolayısı ile cenazelerde aile yakınlarının dağılmış görüntülerini gizlemek için o kara gözlükleri takmasını anlıyorum da, diğerlerininkini anlayamıyorum.

Herkes CIA ajanı mübarek veya Ray Ban kapıda durup bedava gözlük dağıtıyor.
 
İşte Nişantaşı’nda öğle vakti trafik tıkanmışsa veya havalı arabaların başında iş adamı kılıklı özel şoförler bekliyorsa bilin ki, Teşvikiye Camisi'nden bir cenaze kalkıyordur.

17 AĞUSTOS GECESİ CAMİ AVLUSU

Nişantaşı kafelerinin en güzel zamanları da bu zamanlardır.

Çünkü vakit darlığından muzdarip sosyetik halkımız cenazeden sonra buralara konuşlanıp birer çay kahve içmeyi veya yemek yemeyi adet edinmişlerdir.

Genelde yıllarca görülmeyen dostlar arkadaşlar bu törenlerde görülür ve sadece birilerini görmek için ahbaplarının yedi kat el akrabalarının cenaze törenlerine giden kişiler vardır.

Yani Teşvikiye Camisi'nden kalkan cenazeler aynı zamanda sosyal bir buluşma ortamı oluşturur.
 
En son gittiğim Atilla Aksoy’un cenazesinde yere kırmızı halı serilmişti ve etrafı kordonlarla çevrilmiş halının üzerinde herkes aileye baş sağlığı dilemek için düğünlerdeki takı kuyruğu gibi kuyruğa girmişti.
 
Tabi kalabalık yüzünden karışıklığa imkan vermemek için yapılan bu düzenlemeyi normal karşılıyorum da ya cenaze namazı bile kılınmadan caminin ön kapısından girip aileye gözüktükten sonra arka kapıdan kaçanlara ne demeli?
 
Sevdiklerimizi uğurlarken bile dostlar alışverişte görsün durumuna ne zaman geldik?

Teşvikiye Camisi aynı zamanda bir Türkiye mozağidir. Cenaze törenlerinde İstanbul’un en elit tabakasını biraraya getiren cami avlusu, sabahın erken saatlerinde de Nişantaşı'nda çalışan hizmetçilerin sosyalleşme ortamıdır.
 
Saat 8 - 8.30 civarında oradan geçerseniz, sabahın kör şafağında evlerinden çıkıp hayatını kazanmak için Nişantaşına e temizlemeye gelen temizpak giyimli   gündelikçi teyzelerin kucaklarında sıkmsıkı tuttukları el çantaları ile banklara oturmuş, işyerlerine gitmeden önce birbirleri ile lafladıklarını görürsünüz.

Dış kapının önünde yaşlı bir amca şık mağazalarda bir dolu paraya alabileceğiniz çeşit çeşit ayakkabı tabanlıklarını üç beş kuruşa satar. Nereden gelir? O cami duvarını nasıl bulmuştur? Günde ne kazanır onu hiç bilmem ama dünya tatlısı bir amcadır ve onu her gördüğümde "ayakkabı tabanlığı almak" gelir içimden.
 
Benim kişisel tarihimde ise Teşvikiye Camisi’nin apayrı bir yeri vardır.

Orası sıcak bir yaz gecesi üzerimde saten geceliğimle sabahın olmasını beklediğim ve diğer gecelikli Nişantaşılılarla tanışıp kader birliği yaptığım yerdir. Şimdi bu da nereden çıktı demeyin.
 
17 Ağustos Marmara Depremi'nde bir arkadaşım kucağında minik köpeği ile apartımanın kapısına dayanıp, "Hemen aşağı in. Teşvikiye Camisi'ne gidiyoruz" diyerek bağırdığı ve pekçok kişi de aynı şeyi yaptığı için geceyi o avluda geçirdim.
 
Her ne kadar arkadaşlar arasında gır gır olsun diye, "Selin o gece Babydol'llarıylamış" diye dedikodular üretildiyse de külliyen yalan. Geceliğim yerlere kadar uzun askılı bir gecelikti ve üzerinde de el yordamı ile portmantodan kapıp giydiğim sabahlığım vardı.
 
Hoş tamamen çıplak da olsaydım kimsenin bunu fark edecek hali yoktu ya:)

Telefon hatları kesilmiş... Başımıza ne geldi, bilmiyoruz. Minare yıkılsa altında kalır mıyız, ondan da emin olamıyoruz. Cami avlusunda bekleşip duruyoruz.
 
İşte öyle bir gece ve hala o gece orada tanışıp felaketin getirdiği yakınlıkla yolda görünce konuştuğum, selamlaştığım kimseler vardır Nişantaşı'nda.

Umarım bir daha aynı felaketleri yaşamayız ve Teşvikiye Camisi'nin avlusu sadece önünden geçip gittiğimiz  bir semt klasiği olarak kalır hayatımızda.

Nişantaşı günlüklerimiz devam edecek.
 
(Selin Melek Aktan'ın bu köşe yazısı kasım 2012 tarihinde Nishtime'da yayınlanmıştır.

İSTANBUL'UN EN ŞIK BARI ZİHNİ

BARCILIĞA ÖZENDİREN BAR

İstanbul'da bar denince akla gelen ilk isim hangisidir?
************************
*************************

Nişantaşı’nın yakın tarihini ve bu semtte klasikleşmiş yerleri yazarken kuşkusuz İstanbul’un en eski ve en şık barlarından Zihni’yi yazmamak olmaz. Zihni Bar geçtiğimiz günlerde 30.yılını kutladı.

Bronz Sokak'ta şimdiki MOS’un yerinde, İstanbul’un en eski sinemacı ailelerinden İpekçi’lere ait küçücük bir dükkanda başlayan bir serüveni 30 yıl aynı kalite ve çizgide sürdürebilmek hiç kolay değil.
Sahibininin adını taşıyan Zihni Bar’ın, bar olma hikayesi biraz kendiliğinden oluyor ve tesadüflere dayanıyor.

Zihni Şardağ, güzel sanatlardan mezun bir heykeltraş. Aileden kalma antikacılık işini, dükkanını aynı zamanda bir sanat galerisi şeklinde düzenleyerek sürdürürken tarihi Park Otel’in yıkılacağını duyuyor. Herkes tabak çanak bardakların peşindeyken, o Atatürk’ün zamanından kalma muhteşem Amerikan barın peşine düşüyor ve satın alıp dükkanına koyuyor.
 
Gel zaman git zaman, o barı kullanmak istiyor ve akşamüzerleri onu ziyarete gelen eşine dostuna içki ikram etmeye başlıyor. Ambians herkesin o kadar hoşuna gidiyor ki, insanlar kısa süre sonra birbirlerine "Zihni’nin orada buluşalım" diyerek o dükkanı bir buluşma ve sohbet yeri haline çeviriyorlar.
Böylece barın adı "Zihni Bar" oluveriyor.
 
1982'de bar olarak hizmet vermeye başlayan Zihni'ye takılan genç iş adamlarının ve içki severlerin sonradan kendi barlarını açmaları ise ayrı bir konu.
 
O yılların Zihni Bar müdavimlerinden Yaşar Gedik, 1990'larda Antarest’i açtı ve orası yıllarca Vali Konağı'nda bar-restaurant olarak hizmet verdi. Yine 1980'li yıllarda Zihni’nin müdavimlerinden olan Zafer Tarlan, Bodrum’da, daha sonra tam bir Türkbükü klasiği olan Sipahoy’u yarattı. Nedim Binler Biber’de. Enis Sevil Mad Cat diye bir yer açmıştı. Cengiz Uras’ın bir kaç yıl süren bir Küba Bar macerası var. Bunlar şimdilik aklıma gelenler.

Kapısına isim yazmaya gerek kalmadan herkes tarafından bilinen Bronz Sokak'taki dükkan, yıllarca köprü trafiğinden kaçanların veya işten sonra biraz kafa dağıtmak isteyenlerin akşam üzeri arkadaşlarıyla buluştukları bir yer oldu.

Herkesin birbirini tanıdığı bar 22.30'da kapanırdı. Herkes evine gidecek olsa bile vazgeçer, oradan arkadaşları ile bir yerlere giderdi. Gece çoğunlukla Şamdan’da biterdi.

Ben ise 1986'dan sonrasını yakaladığım o barda nice kayak programları yaptığımızı hatırlıyorum. Hani öyle uzun uzadıya önceden program yapmamıza bile gerek yoktu. Perşembe günü Zihni'ye gitsek,hemen organize olur, cuma akşamı kayağa gitmek için kocaman bir grup oluverirdik.

İstanbul’un gece hayatında her zaman istenmedik olaylarla karşılaşmak mümkündür ama orası o kadar güvenli bir yerdi ki, annelerimize "Zihni'deyiz" desek, onlara bu sanki, "Ayşeler'deyiz" diyormuşuz gibi gelirdi.

90'lı yıllarda Zihni’nin Kuruçeşme ve yazlık günleri başladı. Orası da harika manzarası ile çok güzel bir yerdi ama bence küçücük ve samimi atmosferi ile o ilk barın yerini tutamazdı.

Zihni Bar son 20 yıldır Vali Konağı'nda Süleyman Nazif Sokak'ın başındaki tarihi mekanın 1. katında hizmet veriyor. Büyük Postahane, Haydarpaşa ve Moda İskelesi gibi İstanbullular'ın çok iyi bildiği mekanlarında mimarı olan ve 1944 yılında ölen Vedat Tek tarafından yapılan, aynı zamanda onun evi de olan bina başlı başına görülmeye değer tarihi bir eser.

Zihni'de bu yıl haftanın 2-3 gecesi canlı müzik var. Çarşamba geceleri Nihan&Berk yerli yabancı parçalarla süper bir performans sergiliyorlar. Cuma geceleri ise Güvenç Dağüstün’ün akustik performansı yer alıyor. Yan masalarda kendileri de kaliteli müzik dinleme ve gönüllerince eğlenmek isteyen başka sanatçıları görmeniz mümkün. O zaman bu keyifli ortamda onların da performans yaptıkları, mikrofonun elden ele dolaştığı oluyor.
 
Mekanın güzelliğinin yanı sıra, servis kalitesi ile de Zihni Bar hala en iyi olma özelliğini sürdürüyor.

Zihni ilginç bir adam. Hep düşünceli ve hafif uyur gezer gibi bir hali vardır. Biraz içe dönük, biraz cool, biraz çekingen, biraz snopluğun güzel bir karışımı ve her zaman çok zarif.

Bizim gibi çok uzun yıllar öncesinden, genç kızlık dönemlerini bildiği, hanımlara taktığı isim ise "klasik çıtırlar"

Tabi artık bizim çıtır falan olacak halimiz yok, son derece  kıtırlığa geçmiş durumdayız:)) ama ne desin... Çıtır dese olmaz. Kıtır dese olmaz. Adamdaki zarafete bakın. Klasik çıtırlar gibi son derece hoş bir isim bulmuş.

Zihni’nin sanatçı kimliğini barın her yerinde görmeniz mümkün. Park Otel’den çıkma o harika masif ağaç antika bar hala orada ama barın her köşesinde, başka barlarda asla göremeyeceğiniz antika objeler, sanat eserleri var.

Tavan süslemelerinden, aydınlatma objelerinin güzelliğinden gözlerinizi alamıyorsunuz. Kuşkusuz benim gibi sanatçı iseniz, her türlü detay gözünüze takılıyor. İstanbul’un hangi barının tavanında böyle bir güzellik görebilirsiniz. Tepenizde kanatlı melekler bile uçuşuyor.
 
Eski binanın kapalı pencerelerinden birindeki nişin üzerinde sürekli değişen fim kareleri görüyorsunuz. Gözünüz oraya takıldığında sanki ortaçağdan kalma bir sokakta gelen geçeni seyrediyor gibi oluyorsunuz.
 
Benim Zihni’de en çok sevdiğim şey, kasılmadan dans edebileceğiniz, evinizde gibi kendinizi rahat hissedebileceğiniz hem şık hem de huzurlu bir havası olması ve gayet uygun fiyatlarla sunduğu son derece güzel bir menü sunması.
 
Amatör heyecanı ile  profesyonelce işletilen bir mekanda gönlünüzce eğlenmek istiyorsanız, Zihni Bar orada sizi bekliyor.
 
Nişantaşı günlüklerimiz devam edecek.
  (Selin Melek Aktan'ın bu köşe  yazsı 28 Aralık 2012 tarihinde Nishtime'da yayınlanmıştır.)

FARK YARATMAK İÇİN




2013 yılı geliyor.Her gelen yeni yılla birlikte beklentilerimiz de yenileniyor.
Kuşkusuz hepimiz bu kaotik düzende  bazı şeylerin değişmesini, dünyanın daha iyi ve güzel bir yıl olmasını arzu ediyoruz. Dan Millman’ın ‘’Hayatınızın Amacı’’ isimli güzel bir kitabı vardır.Orada doğum tarihimize  göre hepimizin bu yaşamda bir misyonu olduğunu ve tüm hayatımızı bunu gerçekleştirmek amacıyla yaşadığımızı anlatılır.Sizinkinin ne olduğunu , yaşam yolculuğunuzda önünüze çıkabilecek engelleri ve bunu aşma yollarını internette ‘’Hayatımızın amacı’’ kelimelerini aratarak bulabilirsiniz.
Tüm bunları niye mi yazıyorum? Bazen hepimizin günlük koşuşturmalar ve etrafımızı çepeçevre saran felaket haberleri içinde bu dünyaya geliş amacımızı unuttuğumuzu düşünüyorum. Her gece uyumadan önce  gözlerimizi kapatıp ‘’bugün kimlerin hayatına dokundum,kimlerin yaşamında pozitif bir ivme yarattım’’ diye düşünsek ve   arada bir ‘’yaşadığımız dünyanın güzel bir yer olması  için ben ne yapıyorum? ‘’ sorusuyla kendi  iç hesaplaşmamızı yapabilsek ,belki de şimdi  farklı bir yerde yaşıyor olurduk.
Asla unutmamamız gereken bir şey var.Dünya bizim dışımızda bir yer değil,biz onun içindeyiz ve orası bizim oyun alanımız.Başkaları dediğimiz kişiler de bizim oyun arkadaşlarımız. Oyun parkımızı güzelleştirmek ise bizlerin elinde.
Önümde harika bir kitap duruyor.Boyut yayınları  dünyaca ünlü ressamların eserlerinden oluşan 20 kitaplık bir seri hazırlamış. Benim önümde duran ise 21. ve Koruncuk Vakfı çocuklarının yaptığı resimlerden oluşan bir eser. O da bu serinin  devamı olarak yayınlanmış.
Pırıl pırıl bir kapağı var ve adeta leziz bir bonbon şekeri  gibi insanı  sihirli bir dünyanın kapılarını açmaya davet ediyor.
Dünyanın bütün modern  sanat müzelerini gezdim,hayatım boyunca binlerce resim gördüm.Hep,beni sanatsal açıdan heyecanlandıran değişik bir şeylerin  peşinden koştum.Yeni bir şeyler bulmayı bırakın bir yana, Türkiye’de ki güzel sanatlar fakültelerinde  profesör  olup sanatta çığır açtım diyen pek çok baba sanatçının  yaptıkları eserlerin ,1915 ,1925 yıllarında yapılmış olan resimlerin birebir kopyası olduğunu görerek çoğu kez hayal kırıklığına uğradım.
Tüm yaşamım boyunca bir tek çocukların yaptığı resimler beni asla hayal  kırıklığına uğratmadı. Çünkü onlar,her türlü teknik kaygılardan ve satış endişelerinden  uzak, son derece samimiyetle ve saf bir enerji ile yapılmış resimlerdi.
1992 yılında kurulan ve şimdilerde çalışma sistemi ile bu alanda çalışan  pek çok Avrupalı sivil toplum kuruluşunun örnek aldığı Koruncuk(Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar )Vakfı’nı geçtiğimiz geçtiğimiz ilk bahar aylarında ziyaret etme fırsatı bulmuştum.


Vakıf ve çocuk köyü  yeni yönetim kurulu başkanları Erhan Ongun ‘un  gözetiminde yeniden bir yapılanma içindeydiler.Bir sitenin içinde villalardan oluşan çocuk köyünde,her bir evde 8-10  çocuk barınıyor ve koruyucu bir annenin gözetiminde  aynen normal bir evde yaşar gibi bir aile hayatı yaşıyorlardı.
Kan davası vs gibi nedenlerle çocukların sorun yaşamaması için evlerin içini  görüntülenmesine   veya çocuklarla fotoğraf çektirilmesine müsaade edilmiyordu.Ama ben okuldan dönen o küçücük çocukların mutluluğuna,gözlerindeki ışığa bizzat şahit oldum. Hele bir tanesi vardı ki,başındaki  harika  hasır şapka ile hemen dikkatimi çekti.
Hani sanırsınız benim çocukluğum,öyle süslü birşey.
‘’Ne kadar güzel bir şapkan var ‘’ diyecek oldum,büyük bir neşe ile ‘’Annemle pazardan aldık’’diye cevap  verdi.Hepsi hayata sıkı sıkı tutunmuş minikler ordusu görülmeye değerdi.
Görevli annelerden yalnızca birinin çocuğu orada büyüyor.Hani insanın aklına acaba o anne kendi çocuğuna ayrıcalık yapar mı veya diğer çocuklar biyolojik annesi orada olduğu için  o çocuğu kıskanır mı   diye bir soru geliyor. Sorularıma içtenlikle cevap verdiler. Öyle olmadığı gibi,küçük kız durumu öğrendikten sonra uzun bir süre  ‘’diğer kardeşlerimi  niye doğurmadın anne ‘’ diye üzülmüş.
Onlar bir şekilde çocuk esirgeme kurumlarından buraya yönlendirilmiş diğerlerine göre daha şanslı çocuklar.
Anne babaları olmayan  veya var ama işlevsiz olan bu çocuklar,çocuk köyündeki  evlerde ve  küçük çekirdek aile şeklinde yapılandırılan sistem içinde büyütülüyorlar. Küçükler  köyün içindeki yuvada eğitilirken,daha büyükler yakınlardaki okullara gidiyorlar.Daha sonra   abla abi olup kızlar ve erkekler olarak gençlik evlerine yerleştiriliyori isterlerse üniversite eğitimine devam ediyorlar.Buradan ancak evlenerek ayrılanlar bile var.


Önümdeki kitabın içindeki resimlerde çocuklar bu köydeki hayatlarını çizmiş, ve bu  resimleri çizerken neler düşündüklerini anlatmışlar.
Sayfaları çevirirken birden onların o küçücük,saf ,tertemiz  ışıl ışıl dünyalarına konuk oluyorsunuz ve sanki içinize bir güneş doğuyor.
Koruncuk Vakfı şimdilerde Ege bölgesinde yeni bir köy açma ve daha fazla çocuğu hayata kazandırma çabasında…Ben şahsen  okullarda anne babasının desteğini tam olarak arkasına almış doğuştan şanslı çocukların da bu projeye sahip çıkmalarını bekliyorum. Yeni dünya başka bir yer olacak.Orada sadece ben değil,biz fikri olmalı.Öğretmenlerin öğrencilerini örgütleyerek  hayata şanssız başlamış ve el uzatılması gerek çocuklar için bağış toplama projeleri başlatmaları ne güzel olur değil mi?
Sizde bu dünyayı güzelleştirmek için birilerinin hayatına dokunmak, fark yaratanlardan olmak istiyorsanız, kütüphanenize koyacağınız dünyanın en güzel ve en küçük ressamlarının kitabı  orada sizi bekliyor.Yılbaşında,bayramlarda,doğum günlerinde yakınlarımıza, ailemizin küçüklerine,büyüklerine  ne alacağım düşüncesi zaman zaman hepimizi sarar.
Hem değişik,hem  yararlı birşey olsun isteriz.Boyut yayınlarının sponsorluğunda yayınlanan ve  küçük büyük herkese  hediye edebileceğiniz güzellikteki hard cover ince  bir ansiklopedi görünümündeki kitap sadece 60 lira.
Ben kendi adıma bu kitabı ailemin yaşlı bireylerine de hediye etmeyi düşünüyorum.Onlara çocukların bu güzel saf enerjisinin çok iyi geleceğini düşünüyorum.
Bir de  20 liraya alıp dostlarınıza hediye edebileceğiniz içi çukulata dolu bir kahve magı var. Kitaptaki resimlerin post card haline getirilmiş şekli ile 10 adeti 20 lira.  Amerikan servisler ,mutfak önlükleri bile var.
Haydi Türkiyemizin güzel insanları,çocuklarımızı hayatın kederine kaptırmayalım.Onlara ışıklı bir yol açalım. Onlara açtığımız yol bizim de ışığımız olsun.Hep birlkte daha iyi ve daha güzel bir dünya yaratalım.
A) Koruncuk Vakfı: 3 dakikalık Tanıtım Videosu linki aşağıdadır.  
B) Koruncuk ONLİNE Bağış için: http://www.koruncuk.org/site/onlinebagis
(Selin Melek Aktan'ın bu  köşe yazısı yazısı  28 Aralık 2012 tarihinde Akdeniz Haberci'de ve Olay Haber'de  yayınlanmıştır.. )