31 Ocak 2012 Salı

NİŞANTAŞI GÜNLÜKLERİ(3)


Nişantaşı günlüklerimiz 3.bölümüyle devam ediyor.
Yazılarımın zaman zaman gecikmesi yüzünden sevgili okurlarımızdan özür diliyorum.
Bir yandan sergi faaliyetleri diğer yandan seminerler,toplumsal yardım projeleri ve ortada henüz klonlanamayan 1 adet Selin.
Şu aralar Aydın’ın Tepecik Beldesinde haziran ayında yapılacak olan uluslar arası kültür sanat festivali için koşuşturmaktayım.
Neyse onun detaylarını başka bir yazı da verelim ve gelelim semtsel durumlara.
Geçen yazımda semtimizin en havalı ayakkabıcısı Vetrina’nın vitrininde kaçırdığım tüm koleksiyonu elektrik tamircimiz Recep efendinin ayağında gördüğümden bahsetmiştim.
Recep bey ayakkabılara olan düşkünlüğünü o kadar arttırdı ki,sonunda elektrikçinin yanına bir de ayakkabı tamir atölyesi açtı.
Bunu duyduğum zaman ilk sorum ‘’ekonomik kriz de keşke biraz daha iyi düşünseydin,ne de olsa burada kiralar çok yüksek’’ diyecek oldum ve tabi cevabımı aldım.
Recep Usta 800 liralık ayakkabılarına bakarak ‘’ne kirası abla,
Dükkan benimdi zaten.Kiracıyı çıkarıp kendim yapacağım o işi,bıktım elektrik işlerinden.O da duracak tabi ama ayakkabı daha zevkli ‘’dedi..
Dooong..Kendi kendime’’Üf Selin ne kadar safsın,hala akıllanamadın.Elektrikçinin her
Servisinin 35-40 lira olduğu bir semtte herhalde dükkanların
 senin olacak hali yok ‘’dedim..
Evet neymiş efendim bundan çıkarılacak ders;
Nişantaşı’nın gerçek zenginleri yıllardır orada yaşayan esnaf,tamirci büfe sahibi gibi gözünüze gözükmeyen işlerde çalışanlardır.
Halk ise karşı konulamaz ücretleri ödeyip o semtte anadan babadan kalan bir evi varsa,mecburen yaşayanlardır.
Recep efendiden önceki Jet-set ayakkabı tamir dükkanını işleten Bülent’in de evinde çocuğuna 24 saat hizmet eden bir mürebbiye bakıyordu.Varın gerisini siz tahmin edin.
Nişantaşını anlatırken
 polis karakolunun çapraz köşesinde yer alan Alaaddin büfeyi anlatmadan geçmek olmaz.
Alaaddin bir semt klasiği olup belki de dünya’nın kitaplara geçmiş ilk ve son büfecisi ve tekel  bayiidir.
Orhan Pamuğun kara kitabında yer almıştır
Nasıl yer aldığını bilmiyorum çünkü Orhan Pamuğun okuyup ta bitirebildiğim 2 veya 3 romanı var.
Bir tanesi ‘’Cevdet bey ve oğulları’’
diğeri çok üstün bir çabayla
‘’Masumiyet müzesi’’
(son 30 sayfası dahil değil,sonucu beni bu eziyetten kurtarması için rüşvet verip başkasından öğrendim)
bir de galiba  adı ‘’Eski İstanbul Fotoğrafları’’
olan bir diğer romanı.
Eğer ismini yanlış yazmışsam peşinen sevgili okuyuculardan özür diliyorum.
İlk  gençlik yıllarımda kendimi zaman zaman Orhan Pamuk okumaya çalışmakla cezalandırdığım olmadı değil ama ,sonra yaşım ilerledikçe kendimi sevmeye başladım ve bu cezadan vazgeçtim.
Dolayısı ile  bir kapının önünde beklemenin 5 sayfa anlatıldığı,yetmeyip döne döne tekrar anlatıldığı romanları okumadığım için kara kitapta sevgili Alaaddin’den nasıl bahsedildiğini bilmiyorum.
Ama 20 sene önce bu roman çıktığında Alaaddin’in
Sigara,gazete,ciklet almaya gelenlere
‘’İçinde beni de anlatıyor’’
 diyerek bol bol kitabın promosyonunu yaptığını hatırlıyorum.
Alaaddin’i anlatmak için şöyle bir örnek vermeliyim.
Bir iş yapmak istiyorsunuzdur,gözünüze bir dükkan kestirirsiniz.
‘’Sağa sola sahibi kim?’’
 diye sorarsanız % 80 alacağınız cevap
‘’Alaaddin’in dükkanı orası,onunla görüş’’
 olur.
Şahsen kendim de onun dükkanlarından birinin olduğu bir apartımanda yaşamaktayım.
Yaz kış,yılbaşı,cumartesi,pazar, bayram seyran Alaaddin hep büfesinin başındadır.
Zaten kendisinin orada olmadığı bir gün
Nişantaş’ının ritmi bozulacak,orası Nişantaş değil başka bir yer olacaktır.
Eşi, kızı oğlu hep o dükkandadırlar.
Ben zaman zaman Alaaddin ve
Ailesinin hiç tatile gidip gitmediğini merak ederim ama sormaya hiç
Cesaret edemedim.
3-4 sene önce oğlu evlendiğinde,
‘’Oğlan Avrupa’ya balayına gitti,geziyor ‘’demişti sahi,şimdi hatırladım.Ha bir de oğlanın Porshe mi, Ferrari mi öyle bir araba aldığını duymuştum ama kendisiyle hiç dükkan dışında karşılaşmadığım için gözümle görmüş değilim.
Sadece dükkanını yenilemeden önce o dükkanda hiç envanter tutulup tutulmadığını merak ederdim.
Bir de bunca sene hiç elime Alaaddin büfeden alınmış bir fiş geçmediğinden,fiş  kestikleri gün neler  hissedeceğimi çok
merak ediyorum.
Herhalde fişi camlatıp kişisel tarihimde Alaaddin’in
dükkanından alınma fiş ve bir ilk olarak duvarıma asacağım.
İlerde antika müzayedelerinde falan elinde bu tip bir fiş olan sayılı insanın açık arttırmaya koyarak iyi para kazanacağını tahmin ediyorum.
100 liralık kitapta alsanız fişsiz satış kuralı asla
değişmez ,bu Alaaddin büfenin olmazsa olmazlarındandır.
Zaten kredi kartı falan gibi şeylerde asla söz konusu olmayacağı için öyle Allah ne verdiyse geçinip giderler işte.
Ama itiraf etmem gerekir ki,Alaaddin dünyanın en çalışkan adamlarından biridir.Bir de eğer bir yazar kasaları varsa o (!)
kasadan arada bir fiş diye bir şey çıkartsalar)))
Bir diğer semt klasiği de kuşkusuz Teşvikiye camiidir.Sosyetik ölülerin cenazesinin kalktığı yer.
Eskiden insanlar cenazelere mümkün olduğu kadar sade giyinip giderlerdi değil mi?Şimdi ne kadar süslü o kadar iyi..
Cenazelere makyajsız gitme adeti kuşkusuz
burada geçerli değildir.Herkes yapılı saçları,püfür püfür elbiseleri ile gelir.Ha bir de olmazsa olmaz koyu renk güneş gözlükleri ile.

         Hadi yaz günü anladım da,kışın karanlık bir havada cenazelerde o koyu renk gözlükler niye takılır onu hiç anlayabilmiş değilim.
Yıllar önce Erenköy camiinden çok sevdiğim bir arkadaşımın kayınvaldesinin cenazesi kalkıyordu.Hiç unutmam ben göze batmamak için ve saygısızlık olmasın diye üzerime dümdüz bir lacivert palto geçirip gitmiştim.
Aman efendim ne büyük bir gaf..En son model kürk mantolar ortada,
eteği volanlı mı istersiniz,kızlarından güzel çıtır annelerin giydiği
,kısa ,uzun,renkli renksiz  kürklerle tören
Fendi’nin kış koleksiyonu resmi geçidi gibiydi.
Kendimi bir anda kapıcının kızı gibi hissetmiştim.
Hele 65 yaşındaki neredeyse playboy sayılacak bir beyefendiyi lacivert ,önü siperlikli denizci şapkası gibi bir şapka ve
son model kocaman güneş gözlüğü ile görünce, içimden
‘’Özcan herhalde arkadaşının ömründe hiç karşılaşmadığı kayınvalidesi için hüngür hüngür ağlamaktan korkuyor,gözlerindeki kırmızılıklar belli olmaması için taktı bu gözlüğü  ‘’diye
 dalga geçmiştim.
Evet hanımlar makyajsız sokağa çıkmayı sevmez,
cenazelerde aile yakınlarının dağınık hallerini gizlemek için o kara gözlükleri takmasını anlıyorum da, diğerlerininkini anlayamıyorum.
Herkes CIA ajanı mübarek veya Ray Ban kapıda durup bedava gözlük dağıtıyor.
İşte Nişantaşı’n da öğle vakti trafik tıkanmışsa  veya havalı arabaların başında iş adamı kılıklı özel şoförler bekliyorsa bilin
ki Teşvikiye camiinden bir cenaze kalkıyordur.






Nişantaşı kafelerinin en güzel zamanları bu zamanlardır.
         Çünkü vakit darlığından muzdarip sosyetik halkımız cenazeden sonra buralara konuşlanıp birer çay kahve içmeyi veya yemek yemeyi adet edinmişlerdir.
Genelde yıllarca görülmeyen dostlar arkadaşlar bu törenlerde görülür ve sadece birilerini görmek için, ahbaplarının yedi kat el kayıplarının cenaze törenlerine giden kişiler vardır.
Yani Teşvikiye camiinden kalkan cenazeler aynı zamanda sosyal
bir buluşma ortamı oluşturur.
En son gittiğim Atilla Aksoy’un cenazesinde yere kırmızı halı serilmişti ve etrafı kordonlarla çevrilmiş halının üzerinde herkes aileye baş sağlığı dilemek için düğünlerdeki takı kuyruğu gibi kuyruğa girmişti.
Tabi kalabalık yüzünden karışıklığa imkan vermemek  için yapılan bu düzenlemeyi normal karşılıyorum da,
ya cenaze namazı bile kılınmadan caminin ön kapısından girip
aileye gözüktükten sonra arka kapıdan kaçanlara ne demeli?
Sevdiklerimizi uğurlarken bile dostlar alışverişte görsün durumuna ne zaman geldik?


Nişantaşı günlüklerimiz devam edecek)))

(Bu yazı 2010 yılında seri halde sözcümagazinde yayınlanmıştır.)


Hiç yorum yok: