Nişantaşı günlüklerimiz 3.bölümüyle devam
ediyor.
Yazılarımın zaman zaman gecikmesi yüzünden
sevgili okurlarımızdan özür diliyorum.
Bir yandan sergi faaliyetleri diğer yandan
seminerler,toplumsal yardım projeleri ve ortada henüz klonlanamayan 1 adet
Selin.
Şu aralar Aydın’ın Tepecik Beldesinde haziran
ayında yapılacak olan uluslar arası kültür sanat festivali için
koşuşturmaktayım.
Neyse onun detaylarını başka bir yazı da
verelim ve gelelim semtsel durumlara.
Geçen yazımda semtimizin en havalı
ayakkabıcısı Vetrina’nın vitrininde kaçırdığım tüm koleksiyonu elektrik
tamircimiz Recep efendinin ayağında gördüğümden bahsetmiştim.
Recep bey ayakkabılara olan düşkünlüğünü o
kadar arttırdı ki,sonunda elektrikçinin yanına bir de ayakkabı tamir atölyesi
açtı.
Bunu duyduğum zaman ilk sorum ‘’ekonomik kriz
de keşke biraz daha iyi düşünseydin,ne de olsa burada kiralar çok yüksek’’
diyecek oldum ve tabi cevabımı aldım.
Recep Usta 800 liralık ayakkabılarına bakarak
‘’ne kirası abla,
Dükkan benimdi zaten.Kiracıyı çıkarıp kendim
yapacağım o işi,bıktım elektrik işlerinden.O da duracak tabi ama ayakkabı daha
zevkli ‘’dedi..
Dooong..Kendi kendime’’Üf Selin ne kadar
safsın,hala akıllanamadın.Elektrikçinin her
Servisinin 35-40 lira olduğu bir semtte
herhalde dükkanların
senin olacak hali yok ‘’dedim..
Evet neymiş efendim bundan çıkarılacak ders;
Nişantaşı’nın gerçek zenginleri yıllardır
orada yaşayan esnaf,tamirci büfe sahibi gibi gözünüze gözükmeyen işlerde
çalışanlardır.
Halk ise karşı konulamaz ücretleri ödeyip o
semtte anadan babadan kalan bir evi varsa,mecburen yaşayanlardır.
Recep efendiden önceki Jet-set ayakkabı tamir
dükkanını işleten Bülent’in de evinde çocuğuna 24 saat hizmet eden bir
mürebbiye bakıyordu.Varın gerisini siz tahmin edin.
Nişantaşını anlatırken
polis karakolunun çapraz köşesinde yer alan Alaaddin büfeyi
anlatmadan geçmek olmaz.
Alaaddin bir semt klasiği olup belki de dünya’nın
kitaplara geçmiş ilk ve son büfecisi ve tekel bayiidir.
Orhan Pamuğun kara kitabında yer almıştır
Nasıl yer aldığını bilmiyorum çünkü Orhan
Pamuğun okuyup ta bitirebildiğim 2 veya 3 romanı var.
Bir tanesi ‘’Cevdet bey ve oğulları’’
diğeri çok üstün bir çabayla
‘’Masumiyet müzesi’’
(son 30 sayfası dahil değil,sonucu beni bu
eziyetten kurtarması için rüşvet verip başkasından öğrendim)
bir de galiba adı ‘’Eski İstanbul Fotoğrafları’’
olan bir diğer romanı.
Eğer ismini yanlış yazmışsam peşinen sevgili
okuyuculardan özür diliyorum.
İlk gençlik yıllarımda kendimi zaman zaman Orhan Pamuk okumaya
çalışmakla cezalandırdığım olmadı değil ama ,sonra yaşım ilerledikçe kendimi
sevmeye başladım ve bu cezadan vazgeçtim.
Dolayısı ile bir kapının önünde beklemenin 5 sayfa anlatıldığı,yetmeyip döne
döne tekrar anlatıldığı romanları okumadığım için kara kitapta sevgili
Alaaddin’den nasıl bahsedildiğini bilmiyorum.
Ama 20 sene önce bu roman çıktığında
Alaaddin’in
Sigara,gazete,ciklet almaya gelenlere
‘’İçinde beni de anlatıyor’’
diyerek bol bol kitabın promosyonunu yaptığını hatırlıyorum.
Alaaddin’i anlatmak için şöyle bir örnek
vermeliyim.
Bir iş yapmak istiyorsunuzdur,gözünüze bir
dükkan kestirirsiniz.
‘’Sağa sola sahibi kim?’’
diye sorarsanız % 80 alacağınız cevap
‘’Alaaddin’in dükkanı orası,onunla görüş’’
olur.
Şahsen kendim de onun dükkanlarından birinin
olduğu bir apartımanda yaşamaktayım.
Yaz kış,yılbaşı,cumartesi,pazar, bayram seyran
Alaaddin hep büfesinin başındadır.
Zaten kendisinin orada olmadığı bir gün
Nişantaş’ının ritmi bozulacak,orası Nişantaş
değil başka bir yer olacaktır.
Eşi, kızı oğlu hep o dükkandadırlar.
Ben zaman zaman Alaaddin ve
Ailesinin hiç tatile gidip gitmediğini merak
ederim ama sormaya hiç
Cesaret edemedim.
3-4 sene önce oğlu evlendiğinde,
‘’Oğlan Avrupa’ya balayına gitti,geziyor
‘’demişti sahi,şimdi hatırladım.Ha bir de oğlanın Porshe mi, Ferrari mi öyle
bir araba aldığını duymuştum ama kendisiyle hiç dükkan dışında karşılaşmadığım
için gözümle görmüş değilim.
Sadece dükkanını yenilemeden önce o dükkanda
hiç envanter tutulup tutulmadığını merak ederdim.
Bir de bunca sene hiç elime Alaaddin büfeden
alınmış bir fiş geçmediğinden,fiş kestikleri gün neler hissedeceğimi çok
merak ediyorum.
Herhalde fişi camlatıp kişisel tarihimde
Alaaddin’in
dükkanından alınma fiş ve bir ilk olarak
duvarıma asacağım.
İlerde antika müzayedelerinde falan elinde bu
tip bir fiş olan sayılı insanın açık arttırmaya koyarak iyi para kazanacağını tahmin
ediyorum.
100 liralık kitapta alsanız fişsiz satış
kuralı asla
değişmez ,bu Alaaddin büfenin olmazsa
olmazlarındandır.
Zaten kredi kartı falan gibi şeylerde asla söz
konusu olmayacağı için öyle Allah ne verdiyse geçinip giderler işte.
Ama itiraf etmem gerekir ki,Alaaddin dünyanın
en çalışkan adamlarından biridir.Bir de eğer bir yazar kasaları varsa o (!)
kasadan arada bir fiş diye bir şey
çıkartsalar)))
Bir diğer semt klasiği de kuşkusuz Teşvikiye
camiidir.Sosyetik ölülerin cenazesinin kalktığı yer.
Eskiden insanlar cenazelere mümkün olduğu
kadar sade giyinip giderlerdi değil mi?Şimdi ne kadar süslü o kadar iyi..
Cenazelere makyajsız gitme adeti kuşkusuz
burada geçerli değildir.Herkes yapılı
saçları,püfür püfür elbiseleri ile gelir.Ha bir de olmazsa olmaz koyu renk
güneş gözlükleri ile.
Hadi
yaz günü anladım da,kışın karanlık bir havada cenazelerde o koyu renk gözlükler
niye takılır onu hiç anlayabilmiş değilim.
Yıllar önce Erenköy camiinden çok sevdiğim bir
arkadaşımın kayınvaldesinin cenazesi kalkıyordu.Hiç unutmam ben göze batmamak
için ve saygısızlık olmasın diye üzerime dümdüz bir lacivert palto geçirip
gitmiştim.
Aman efendim ne büyük bir gaf..En son model
kürk mantolar ortada,
eteği volanlı mı istersiniz,kızlarından güzel
çıtır annelerin giydiği
,kısa ,uzun,renkli renksiz kürklerle tören
Fendi’nin kış koleksiyonu resmi geçidi
gibiydi.
Kendimi bir anda kapıcının kızı gibi
hissetmiştim.
Hele 65 yaşındaki neredeyse playboy sayılacak
bir beyefendiyi lacivert ,önü siperlikli denizci şapkası gibi bir şapka ve
son model kocaman güneş gözlüğü ile görünce,
içimden
‘’Özcan herhalde arkadaşının ömründe hiç
karşılaşmadığı kayınvalidesi için hüngür hüngür ağlamaktan korkuyor,gözlerindeki
kırmızılıklar belli olmaması için taktı bu gözlüğü ‘’diye
dalga geçmiştim.
Evet hanımlar makyajsız sokağa çıkmayı sevmez,
cenazelerde aile yakınlarının dağınık
hallerini gizlemek için o kara gözlükleri takmasını anlıyorum da, diğerlerininkini
anlayamıyorum.
Herkes CIA ajanı mübarek veya Ray Ban kapıda
durup bedava gözlük dağıtıyor.
İşte Nişantaşı’n da öğle vakti trafik
tıkanmışsa veya havalı arabaların
başında iş adamı kılıklı özel şoförler bekliyorsa bilin
ki Teşvikiye camiinden bir cenaze kalkıyordur.
Nişantaşı kafelerinin en güzel zamanları bu
zamanlardır.
Çünkü
vakit darlığından muzdarip sosyetik halkımız cenazeden sonra buralara
konuşlanıp birer çay kahve içmeyi veya yemek yemeyi adet edinmişlerdir.
Genelde yıllarca görülmeyen dostlar arkadaşlar
bu törenlerde görülür ve sadece birilerini görmek için, ahbaplarının yedi kat
el kayıplarının cenaze törenlerine giden kişiler vardır.
Yani Teşvikiye camiinden kalkan cenazeler aynı
zamanda sosyal
bir buluşma ortamı oluşturur.
En son gittiğim Atilla Aksoy’un cenazesinde
yere kırmızı halı serilmişti ve etrafı kordonlarla çevrilmiş halının üzerinde
herkes aileye baş sağlığı dilemek için düğünlerdeki takı kuyruğu gibi kuyruğa
girmişti.
Tabi kalabalık yüzünden karışıklığa imkan vermemek için yapılan bu düzenlemeyi normal
karşılıyorum da,
ya cenaze namazı bile kılınmadan caminin ön
kapısından girip
aileye gözüktükten sonra arka kapıdan
kaçanlara ne demeli?
Sevdiklerimizi uğurlarken bile dostlar
alışverişte görsün durumuna ne zaman geldik?
Nişantaşı günlüklerimiz devam edecek)))
(Bu yazı 2010 yılında seri halde sözcümagazinde yayınlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder