27 Aralık 2013 Cuma

http://nishtime.com/tr-TR/kose-yazilari/319/zaman-ne-cabuk-geciyor-degil-mi

http://nishtime.com/tr-TR/kose-yazilari/319/zaman-ne-cabuk-geciyor-degil-mi

ZAMAN NE ÇABUK GEÇİYOR DEĞİL Mİ?
NİSHTİME.COM ::: NİŞANTAŞI'NIN KISAYOLU


 Ülkemiz rüşvet skandalları, cemaat kavgaları ile son derece karışık bir  dönemden geçerken içimizde 2014'ü karşılamak için ne kadar zevk ve heyecan kaldı bilmiyorum ama koskoca bir yıl çarçabuk geçiverdi ve yılbaşı geldi.

Ve tabi o malum soru da sorulmaya başladı;

"Yılbaşında ne yapıyorsun?"

Yılbaşlarını kayak merkezlerinde en çok da Uludağ’da geçirdiğim sayısız yıllarım  var.

Böyle bir program yaptığınızda en büyük sorun, aralık ayının başından itibaren "acaba o tarihte kar olacak mı?" diye stres yapmanızdır ki, bu sene de herhalde aynı şey olacaktır.

Her gün oteli arayıp karın kaç metre olduğunu sormaktan bitap düşersiniz.

Sonunda beklenen kar yağıp kendinizi dağa attığınızda da her yer öyle kalabalıktır ki, kayak mı yapıyorsunuz dayak mı yiyorsunuz bilemezsiniz. Yılbaşında turlarla gidilen Avrupa seyahatlerini oldum olası sevmem. Çünkü havaalanlarında deli bir kalabalık olur. 

Hayatımda birkaç kere, kendimi kafamda garip karton şapkalarla bilmediğim bir ülkede tur operatörünün ayarladığı tıkış tıkış bir restoranda tanımadığım insanlarla yeni yıla girerken bulmuşluğum oldu.

Hele bir de o gerizekâlı çocuklar gibi birbirimizin suratına üfleye üfleye "dıt dıııt" öttürdüğümüz düdükler  yok mu?

Yok, ben artık almayayım.

Her yer zehir zemberi soğukken tropikal bölgelerdeki yazlık yerlere uçmak  keyifli, deniz güneş falan hoş...
Üst üste birkaç yıl Uzak Doğu’da, Karayipler’de girilmiş yeni yıllarım var.

Çocukluğumuzda üzerinde ren geyiği resimleri, pullara bulanmış çam ağaçları ile  süslü yılbaşı tebrik kartları vardı. Gerçi artık onlar da nostaljik bir detay oldu ya neyse...

Demem odur ki, "çamın üzerinde kar" kuzey yarımküre insanı olarak belleğimize oturmuş bir kere.

 Yani pajda bikini ile yaşanan yılın son günü olayları insana pek yılbaşı hissi vermiyor. Yılbaşı gecesi o seyahatin aksesuarı gibi duruyor. Zoraki bir eğlence. Dolayısı ile onu da geçelim.

O yurt dışında meydanlarda avaz avaz yılbaşı kutlama hadisesine bir kere Londra’da bir kere de yanlışlıkla bir yerden bir yere giderken Bankong’da takılmıştım. O itiş kakış ve kendini, içkiyi fazla kaçırmış kalabalıktaki olası taşkınlıklardan korumaya çalışmak feci bir şey inanın. 

Gerçi şimdilerde Nişantaşı’da da yılbaşı gecelerinde aynı durumda oluyor.

Bir yere davetliyseniz bile gece yarısından itibaren, bira şişelerinin üzerinden atlayarak, üzerinize üzerinize gelen kalabalıktan ürkerek, korka korka evinize dönüyorsunuz.

Küçükken ne güzeldi değil mi?

Kimse bize "yılbaşında ne yapıyorsun?" diye sormazdı.

Çünkü programı anneler babalar yapardı.

O zamanlar muz önemli bir meyveydi. Çerez desen yerli malı haftalarıyla yılbaşı programlarının gözdesi. 

Tombala mombala annemizin soyduğu elmalar portakallarla vallahi mis gibi girerdik yeni yıla.

Sonraki yıllarda, dağa mı çıksam, denize mi girsem, parti mi versem, davete mi gitsem, arkadaşlarla bir yerde yer mi ayırtsak, seyahate mi çıksam, yurtiçi mi, yurtdışı mı derken bu kadar çok seçenek içinde yılbaşlarının tadı kaçtı bence.

Bu yüzden, "Yılbaşında ne yapıyorsun?" sorusunu hiç sevmiyorum. Hani insanın "hiçbirşey yapmama hakkımı kullanmak istiyorum" diye cevap veresi geliyor.

Bu arada Nişantaşı yine süslendi püslendi, gelin kız imajına büründü.  

Ama inanın geçmiş yılların neşesi yok.

Bu sene süslemelere Avea el atmış ve tüm hikaye cadde boyu uzanan takların üzerinde ışıklardan ibaret olmuş. Gece belki ışıklar yanınca güzel durabilir ama o soğuk demir tak gündüz vakti insanın içini üşütüyor.

Şahsen benim gözüm ışıkların yanında biraz da renk arıyor.

Geçen yıl ki "Oyuncak Fabrikası" konsepti bence harikaydı. Cadde üzerine konan dev koltukların üzerinde mızıka çalan şiş göbekli ayıcıklara, kurşun askerlere, kar prenseslerine falan bayılmıştım.

Bu yıl o koca taklardan başka bir de çeşitli dizaynırlara çam ağaçları süsletmişker ki, eh işte, fena değiller. 

Vitrinler ise sokak süslemelerindeki renk eksikliğini fazlasıyla kapatıyorlar. Işıltı, şıkırtı, payetler pullar, yaldızlar, Noel babalar gırla gidiyor.

Bana sorarsanız Nişantaşı bile biraz neşesinden kaybetmiş bu aralar. 

Herkese mutlu, umutlarımızı besleyen, sevindiren, güldüren, geleceğe güzel anılar bırakan güzel bir yıl diliyorum.

Ne diyelim umut olmadan hayat olmaz, süper bir yeni yılımız olsun olur mu?

Selin Melek Aktan'ın bu yazısı  27 Aralık 2013 de Nishtime'da  yayınlanmıştır..





15 Aralık 2013 Pazar

CAN DOSTLARIN KAZAKLI, SWEATSHIRT'LÜ KAR NEŞESİ - NiSHTiME.COM ::: NİŞANTAŞI'NIN KISAYOLU

CAN DOSTLARIN KAZAKLI, SWEATSHIRT'LÜ KAR NEŞESİ - NiSHTiME.COM ::: NİŞANTAŞI'NIN KISAYOLU


CAN DOSTLARIN KAZAKLI, SWEATSHIRTLÜ KAR NEŞESİ















Kar; ulaşım, ısınma gibi konularda yarattığı sorunlara rağmen, bir açıdan da doğadaki kirleri örterek kısa bir süre için de olsa hayatımıza neşe katıyor diye düşünüyorum.


Karın yağdığı ilk gün, Maçka Parkı’nda insanı gülümseten renkli manzaralar vardı. Onlarca köpek, üzerlerinde kazaklar, montları ile karın tadını çıkarıyorlardı.

















Zaman zaman sokaklarda süslü püslü giydirilmiş köpekleri görüp  onların züppe sahipleri tarafından şımartılan şanslı köpekler olduğunu düşündüğünüz oluyor mu?  


Ya da bir mağazanın bebek bölümü diye gittiğiniz köşesinde gördüğünüz  giysilerin aslında  kedi veya köpek kıyafetleri olduğunu görüp şaşırdığınız?














Ben de köpek sahibi olmadan önce köpeklerin giydirilmesinin gereksiz olduğunu düşünürdüm.
Ancak sonradan öğrendim ki, sokaktan eve aldığımız hayvanlar bir süre sonra ev şartlarına alışıp aynı insanlar gibi dışarı çıkınca üşüyorlarmış.











Ben de soğuk havalarda "Angel"ı eğer üzerinde pardösüsü olmadan sokağa çıkarırsam çabucak eve dönmek istediğini keşfettim. Şimdi giydirmeden sokağa çıkarmıyorum.










Nişantaşı Sokaklarında bazen çok sayıda köpeği tasmasından tutup yürüyen kişiler görürsünüz.










 Onlar semtimizin köpek gezdiricileri.










Geçenlerde yanımda yürüyen bir çiftin, ''İnsanın kendi köpeğini gezdirilsin diye başkasına vermesi ne kadar saçma.'' dediğini duydum.
Dışarıdan öyle gözükebilir tabii ama işin aslı şu ki, gezdirilen köpeklerin çoğunun sahibi çalışan insanlar veya evden çıkamayacak kadar yaşlı kişiler. 
Ben de evden çıkamayacak kadar hasta olduğum günlerde onlardan yardım alıyorum.











Çalışan kişiler bütün gün evde köpeklerinin kapalı kalıp strese girmesini istemiyorlar.Köpeklerin gezmesi, oynaması, tuvalet ihtiyaçlarını gidermesi için dışarıya çıkmaları ve enerjilerini boşaltmaları gerekiyor.
Nasıl ki, küçük çocuklar ''apartman çocuğu'' sendromuyla evde bir süre sıkılıp yaramazlık yapmaya başlıyorsa, köpekler içinde aynı şey söz konusu.











Bu abiler sabah 8 - 9 arası köpekleri evden alıyor, parka götürüyor ve 2 saat oynayıp saat 11 gibi eve bırakıyorlar. Akşamüzeri de saat 4 - 5 arası ayıp 7 gibi geri getiriyorlar.










Köpek gezdiriciliği Nişantaşı'nda önemli bir iş kolu ve getirisi de hiç fena değil. Aynı kişiler siz seyahate çıktığınızda da köpeğinize evlerinde bakıyorlar.Sosyal Köpekler Klübü'nün sahibi Cengiz'in söylediğine göre, erkek köpekler daha yaramaz oluyorlarmış.Bana bir gün, '' Bu işe başlayıp dişi ve erkek köpekler arasındaki farkı gördükten sonra anladım ki, eğer dünyayı kadınlar idare etseymiş, daha barışçıl bir ortam olur, daha az sorun çıkarmış'' demişti.











Her zaman siyaset yazacak değilim ya...
Bu hafta da can dostların neşesini sizlerle paylaşmak istedim.

Selin Melek Aktan'ın bu yazısı 15 Aralık 2013 de Nishtime'da yayınlanmıştır

4 Eylül 2013 Çarşamba

NİŞANTAŞI'NIN ORTASINDA BİR VAHA - NiSHTiME.COM ::: NİŞANTAŞI'NIN KISAYOLU

NİŞANTAŞI'NIN ORTASINDA BİR VAHA - NiSHTiME.COM ::: NİŞANTAŞI'NIN KISAYOLU
Selin Melek AKTAN
NİŞANTAŞI'NIN ORTASINDA BİR VAHA
3 Eylül 2013 Salı 15:42:58
Hayatımda iki şeye çok özenmişimdir.

Birincisi, her türlü abur cuburu yiyip hiç kilo almama gibi bir lüksü olan şanslı insanlara...
İkincisi, sabahın saat 6'sında uyanıp zımba gibi ayakta olabilenlere...
Birincisini hala beceremedim ama sabahları erken kalkabilmeyi sonunda becerdim.

Üniversite yıllarımda asla sabah 8 derslerini yakalayamayan bir öğrenciydim.

Hiç unutmuyorum, Tıp Fakültesi 5. Sınıfta'yım. Cildiye stajı yapıyoruz. Hocamız saat 08.00'de başlayan dersi ayda bir kere bile kaçırana asla devam vermeyeceğini söyledi ki, o saatte okulda olabilmem için en geç saat 6.30'da ayakta olmam lazım.

O zaman ki eşim de doktor ve hocamızın çok yakın arkadaşı. Eşimden bana biraz torpil yapması için profesörümle konuşmasını rica ettim. Hani bir ümit "acaba bu işten yırtar mıyım?" diyorum.

Hoca da bir kaprisli.

Hanımefendiden, "Hele senin karın olduğu için hiç affım olamaz" diye bir cevap geldi mi?

Hadi bakalım çık çıkabilirsen işin içinden.

Geceleri saat 8'de yatağa giriyordum ki sabah okula yetişebileyim.

Aynı şekilde o yıllarda ehliyet imtahanının yazılı kısmını geçtiğim halde, 2 yıl içinde sabah 8'deki motor imtahanına yetişemediğim için dosyamın yandığını ve tüm işlemlere sil baştan başladığımı hatırlıyorum.

Sabah uçakları ise ayrı bir hikaye.

Herkes bir yerden bir yere giderken erken saatte uçulduğunda gün kazanıldığını söyler. Ben ise evdeki bütün alarmları kurduğum halde uyanamayacağım korkusu ile zaten bütün geceyi tilki uykusunda geçirir ve gittiğim yerde de bütün gün uyurum.

Sonra ne oldu da ben hayatım boyunca beni üzen bu durumdan kurtulabildim dersiniz?

Maçka Parkı‘nı keşfettim.
"30 senedir orada oturuyorsun da,niye bu kadar geç keşfettin?" derseniz, o da benim cehaletim işte.

1.5 yıl önce bir öğleden sonra ikinci müzik albümümün düzenlemeleri için, müzisyen arkadaşım Necip Yılgın ile buluştuk.

Uzun bir aradan sonra gördüğüm arkadaşım bir de baktım ki bayağı incelmiş ve son derece fit gözüküyor.

Meğer her sabah Maçka Parkı'nda yürüyormuş.

"Aa orası it kopuk yatağıdır şimdi ama sen yanımda olursan belki ben de  yürürüm" dedim.

Tabi sonradan anladım ki, orasının keş yatağı olduğu günler binlerce yıl geride kalmış.

Meğer burnumun dibinde, evimden 100 metre ileride şehrin tam ortasında bambaşka bir dünya, yemyeşil bir orman varmış da benim haberim yokmuş.

Yıllardır, "Bizde insanların spor yapma alışkanlığı yok" deyip duran ben, parka girdiğim o ilk sabah bu sözlerimden dolayı öyle utandım ki anlatamam.

Saat sabahın altı buçuğu, gün daha yeni yeni ağarıyor.

Bir de ne göreyim, park eşofmanlı amca ve teyzelerle dolu.

Ben hergün o saatlerde evimde sıcacık yatağımda uyurken yurdumun bazı insanları da kendini toprak yollara, çimlere, spor aletlerine vurmuş; efendi gibi  kondisyon çalışıyor, sağlıklı yaşam antremanı yapıyorlarmış meğer.

Ben de spor salonlarında klimanın üflediği hava ile kendimi spor yapıyor ve vücudumu çalıştırıyor zannediyor muşum.

Açık havada spor yapmanın kapalı salon sporlarıyla asla mukayese edilemeyeceğini de böylece öğrenmiş oldum.

Daha sonraki günlerde, spor bir yana, ben o park sayesinde çocukluk günlerimden beri hayatımdan çıkmış olan doğa ile tekrar kucaklaştım.

Sabah havasının temizliğini, günün ilk saatlerinde oksijenle buluşmayı, çimenlere düşen çiğ damlalarının güzelliğini Maçka Parkı'nda keşfettim.

İkinci müzik albümümü o parkta her sabah Necip ile kilometrelerce yürüyerek yaptık.

Bu arada bir müzisyenle bir ressamın ortamı algılamasındaki fark ayrı bir yazı konusu olabilir.

Bu yürüyüşler esnasında ben günün ilk ışıklarının toprakta veya yapraklarda; gökyüzünde yaptığı renk oyunları ile  büyülenirken, Necip’in benim o güne kadar asla fark etmediğim sesleri duyduğunu fark ettim.

Ben habire, "Şu ağaca bak,renkler ne harika değil mi?"  diyorum.

O, ise, "Daldaki kuşun sesini duyuyor musun, ne güzel ıslık çalıyor?" diyor.
Ben ona renkleri gösterdim, o bana sesleri dinletti ve ben emeklemeyi öğrenen küçük bir çocuk gibi yeniden doğa ile iletişim kurmayı öğrendim.

"Şaka Gibi Herşey" albümümdeki " BİR BULUTUM OLSA " şarkısını sabahın 7'sinde o parkta yürürken besteledim ve cep telefonuma okuyup kaydettim.

Şarkımızın klibinin bir bölümü o parkta çekildi.

Albüm lansmanımız tüm bu yaşananların anısına parkın içindeki Venue Gece Klübü'nde yapıldı.

Aranjörüm bana, "Albümdeki bütün parçalar çok ağır oldu. Biraz neşeli birşeyler koyalım araya’’ dedi.

Ben hep daha önce denemediğim yeni birşeyler yapmayı seviyorum. Bu sefer de, "Albümümde bir tane de türkü okumak istiyorum" diye tutturdum. Oysaki hayatımda bir  kere bile bir türkü okumuş, hatta baştan sona dinlemiş bile değilim.

Zaten ne gelirse başıma bu sürekli kendimi sınama, "Acaba yapabilir miyim" merakımdan geliyor.

Biraz deneyince, üstelikte haddimi bilmeyerek "Allı Turnam" gibi iniş çıkışı en dik parçalardan okumak istediğim için, kısa zamanda bunu beceremeyeceğim ortaya çıktı.

Necip, "Selin sen kendi türkünü kendin yaz. Bence en doğrusu bu" dedi ve ben ertesi gün yine o yollarda yürürken, " SAKIN BANA AŞIK OLMA " isimli parçayı besteledim.

Doğa ile baş başa olmanın gerçekten işte böyle yaratıcılığı besleyen bir tarafı var ve bence doğanın kendisi zaten en büyük sanat eseri.

Üzerime havlayarak ve koşarak gelen agresif sokak köpeklerinin, eğer panik yapmayıp onlarla sevgi dolu bir sesle konuşursam, sakinleştiklerini ve kuyruklarını salladıklarını yine o parkta keşfettim.

Görünen o ki, en çok bağırıp çağıranlar sevgiye en fazla ihtiyacı olanlar ve bu konuda insanlarla hayvanlar arasında pek fazla bir fark yok. Sevgi herkesin ihtiyacı ve bazılarının bu ihtiyacı ihtiyacı dile getirme biçimi biraz daha farklı.

Bir köpeğe bakma sorumluluğunu alacak kadar büyüdüğümü yine Maçka Parkı'nda  anladım ve birkaç ay sonra "Angel" isimli köpeğim hayatıma girdi.

Orada edindiğim dostlar bana hayatın farklı yönlerini gösterdiler. Hepsine teşekkür ederim.

Aranızda, "Gezi Parkı'nda üç beş ağaç kesilse ne olurdu sanki" diye düşünenler varsa, sabah serinliğinde birgün bir ormanda sessizce yürümelerini tavsiye ediyorum.

Gerçekten insanın hayata bakışı değişiyor.

Sevgiyle kalın...
* "Bir Bulutum Olsa"yı dinlemek için BURAYA tıklayın
* "Sakın Bana Aşık Olma"yı dinlemek için BURAYA tıklayın
Nişantaşı günlüklerimiz devam edecek...
*****
https://twitter.com/SelinMelekAktan
http://www.facebook.com/selinmelekaktanartplus

6 Ağustos 2013 Salı

BİRLEŞTİĞİMİZ TEK NOKTA.. » Akdeniz Haberci Gerçek Haberin Adresi

BİRLEŞTİĞİMİZ TEK NOKTA.. » Akdeniz Haberci Gerçek Haberin Adresi
 logo


Bu yazı 6 Ağustos 2013 tarihinde Akdeniz Haberci'de yayınlanmıştır.

BİRLEŞTİĞİMİZ TEK NOKTA..

Nasıl bir dünyada ve nasıl bir ülkede yaşıyoruz biz?
Dünya mı değişiyor yoksa ülke olarak biz mi değişiyoruz ?

Bir ülke ki,bugün doğru olan yarın yanlış oluyor.
Yanlış olan bir süre sonra baş tacı ediliyor.

Bence dünyanın en çirkin ve şartları en çabuk değişen  oyunu siyaset...

Bu yüzdendir ki, bazıları bunun için kendini yırtarken, bazı insanlar  ve belki de vizyonları ile bu ülkeye çok şey katabilecek güzel beyinler asla siyasete girmek istemiyor.

Gelin gencecik cumhuriyetimizin yakın tarihine bir bakalım.

Gazeteciyseniz  her gece başınızı yastığa koyduğunuzda vicdanınızla sıkı bir hesaplaşmak zorundasınızdır.
Oysaki Türkiye’de size göre doğruları yazarsanız hükümet karşıtı olduğunuz,halkı kışkırttığınız için içeri alınabilir,yargılanabilir mahkum olabilirsiniz.
Geçmiş ve bugün bunun örnekleriyle dolu.

Türkiye başbakan oldum diye sevinilecek bir ülke değildir. Bu üllkede yıllarca alkışlanıp, tam oldum derken darbe ile yerinizden alınıp idam edilebilirsiniz. İçeriye attığınız gazeteciler hapisten çıkar gazeteciliklerine devam ederler.
Hatta 27 mayıs  günü  yıllarca milli bayram olarak kutlanabilir.
Daha sonraki yıllarda ise  hata yapıldığı düşünülüp  ölmüş başbakana itibarı iade edilebilir,27 mayısda   gençler için  herhangi birgün olur.Ama olan olmuştur bir kere..

Türkiye’de  genel kurmay başkanı olarak alkışlanıp sevilip,cumhuriyeti korumak adına  darbe yapar, demokrasisini değiştirir, yıllarca ülkeyi istediğiniz gibi idare edebilirsiniz.
Birçok kişi  ‘’sokaklarda hergün insanlar birbirini öldürüyordu’’ diyerek  size arka çıkarken, bir yanda da kuru ile yaşın yan yana yandığı zindanlarda çürüyenler ve onları aileleri vardır.
Siz de kendinizi vatansever bir general ve kurtarıcı olarak görürken, yıllar sonra kayıp gençliklerinin  hesabını sormak isteyenler, sizi vatan haini olarak yargılayabilirler.Böylece bir süre sonra tarih önünde kurtarıcı rolünden  demokrasi suçlusu konumuna düşey geçiş yapmak zorunda kalabilirsiniz.

Yine  o generalllerin  demokrasiye zarar verdiğini  düşünerek  siyasetten el çektirdiği parti liderlerinin  bir kısmı, gün gelir bu ülkeye başbakan olurlar..
Aralarında Süleyman Demirel gibi cumhurbaşkanı olanlar da vardır.Onlara da demokrasi maratoncuları denir.


PKK kimilerine göre terör örgütüyken ,kimilerine göre ise  kürt halklarının demokratik hakları için mücadele eden bir kurtuluş örgütüdür. Cıss dediğimiz örgütün üyeleri  dağlarda kovalanırken,birgün  gelir,sınır kapılarında davul  zurnalarla karşılanabilirler.
Apo müebbet hapisle cezalandırılırken,  terör örgütü sayılan  PKK ile mücadele eden bir ordunun başındaki adam bir anda   teröristbaşı  ilan edilip iki defa müebbet hapse mahkum edilebilir.

Yine  demokrasiye zarar verdiği düşünülerek  hapise atılan  siyasilerin bir kısmı, gün gelir bu ülkeye başbakan olurlar. Tayyip Erdoğan gibi devir benim devrim der,hükümdarlıklarını  ilan ederler.

Beyninize sürekli format atmanız gereken bir ülkede
yıllarca derin devlet, faili meçhul cinayetler,suikastlar,komplolar,karanlık güçler,yolsuzluk iddiaları  içinde yaşamak zorunda kalırsanız bir süre sonra kime,neye, niçin, inanacağınızı bilemez bir halde serseme dönersiniz.


Türk halkı olarak  bu oyunun içinde sadece amaca hizmet için kullanılan birer piyon olduğunuzu keşfedene kadar,pek çok şeye inancınızı ve belki de  sert söylemlere kapılıp birbirinize olan saygınızı,sevginizi  yitirirsiniz.

Mahkeme kapıları ise tüm karşıt görüşleri bir noktada birleştirir;
Bugün  ülkenin farklı kesimlerinde yaşayan,evine hırsız girmiş herhangi  bir ev hanımı, çeki senedi ödenmemiş ekmek parası derdinde  bir esnaf, ihaleden yenik çıkmış zengin  bir iş adamı, ya da vergisini zamanında ödeyen sade bir vatandaş,üniversite imtahanlarını kazanmak için kendini paralayan bir öğrenci  olabilirsiniz.Birbirinizi sevebilir sevmeyebilirsiniz.
Ama işiniz mahkemelere düştü mü,
belki de tekbir  konuda iyi anlaşırsınız.
Sistemin teklediğine ve en temiz olması gereken yargının kirliliğine..
Siyasetin  kirli  olduğu yerde adalet temiz olamaz. Siyasetse bu ülkede  kirli bir oyundur ve  bu oyunda oyuncu olan hiç kimsenin eli temiz değildir.

Herkes  elini temizlemek için sadece oyunun kendi lehine döneceği anı beklemektedir.

Bu yüzdendir ki, bu oyunda sadece birer piyon olan vatandaşlarımızın,biribirlerini yemek yerine   tepkinin  ötesine geçip,bir birey olarak ‘’bu ülke ve diğer insanlar için ne yapabilirim?’’diye düşünmesinde yarar var.

Kendinize sorun?
Kaç kere  sizleri yolda durdurarak destek isteyen  Greenpeace ‘cilere ‘’hayır’’ deyip onlara bir ucube veya yarı kaçık tipler gözüyle bakarak yanlarından yürüyüp geçtiniz?
Kaç kere cebinizden 25-30 lira vererek 3-5 kişi bir araya gelip  bir öğrencinin burs sağlama imkanını red ettiniz?

Kendi çocuklarınızın ihtiyaçları için çalışırken kaç kere sokaklarda yatıp kalkan çocuklar için örgütlenen bir kuruluşa destek olmaktan kaçındınız?

Kaç kere sevgilinize, annenize,yakınınıza çiçek alırken o para ile TEMA vakfına bağış yaparak ona bir fidan  hediye etmeyi düşündünüz?

Mavi kapak toplama kampanyası için müteşekkirim.
Ama kaç kere pet su şişelerini çöp torbalarına atarken biraz zahmetle onları geri dönüşümle memleket ekonomisine ve doğaya kazandırabileceğinizin hesabını yaptınız?


Bu ve bunun gibi örneklere kendi sorularınız ve örnekleriniz ile devam etmenizi rica edebilir miyim?




17 Haziran 2013 Pazartesi

BAŞBAKANA SESLENİYORUM..

 Bu yazı 16 Haziran 2013 tarihinde Nishtime'da yayınlanmıştır.

http://www.nishtime.com/kose-yazisi/1503/basbakana-sesleniyorum.html

BAŞBAKAN'A SESLENİYORUM

  16 Haziran 2013, Pazar 17:50:10
Selin Melek AKTAN

Siz de mi faiz lobisiyle ortaksınız?







Bu kadar egoyu nerede ve ne zaman büyüttünüz?
Size İmam Hatip'te okurken gurur ve kibirin en büyük günahlardan biri olduğunu öğretmediler mi?

Yoksa para pul; şan şöhrete ulaştıkça Kuran'ın öğretilerini unuttunuz, dini eğitiminiz sadece meydanlarda propaganda yapmak için kullandığınız bir detay olarak mı kaldı?

Müslümanlığı bize öğretmeyi ve Türk gençlerini Kuran'ın yol gösterdiği şekilde yaşatmayı hedefliyorsanız size öncelikle Peygamber efendimizin güzel huylarını örnek alarak iyi bir rol model olmanızı, insanlara, kalplerini aleve verecek şekilde değil, sevgi ve şevkatle dolduracak iyi kelimelerle  hitap etmenizi tavsiye ederim.

Dünyanın bütün dinlerinde yalan ve iftiranın en büyük günahlar listesine girdiğini bilmez misiniz?

Allah’ın evi herkese açıktır. Sokaklarda yarattığınız zülum ve şiddetten kaçarak yaralarını sarmak için camiye sığınan veya  orada başka yaralılara yardım etmek için revir kuran insanlara, tüm aksi delillere rağmen "camide içki içtiler, seks yaptılar" diye iftira etmeye utanmıyor musunuz? Bu mudur sizin Allah korkunuz, dininiz imanınız?

Bu dünyadaki hayatınız  bitecek, her canlı ölümü tadacak, bu şan şöhret saltanat sona erecek ama siz bunun hesabını öbür dünyada nasıl vereceksiniz?

Meydanlarda halkı Kuran, din, camide seks, içki söylemleri ile galeyana getirmeye çalışıyorsunuz da kandil gecesi Taksim’de Kuran okutulduğunu ve bir grup Müslüman orada Cuma namazı kılarken diğer insanların etraflarında onlara bir koruma çemberi kurduğunu niye anlatmıyor sunuz?

Dinsizlikle suçladığınız Atatürk’ün 1925 senesinde Kuran'ı tercüme ettirdiğini bilmiyor musunuz?

Din iman sizin bize öğreteceğiniz birşey değildir.

Siz ne Allah ne de peygambersiniz. Allah ile kulun arasına girilmez.

Bizlerin dinimizin kurallarını öğrenmek veya Allah ile  irtibat kurmak için size ve başka aracılara ihtiyacımız yok. Arapça bilmesek de yeni Türkçe Kuranlarımızı  açar, dinimizin gereklerini oradan öğrenir, ruhlarımızı eğitiriz.

Şimdi devlet adamı kimliğinize sesleniyorum:

Şiddetin şiddeti doğurduğunu görmüyor musunuz? Bizleri bir iç savaşa sokmaya mı çalışıyorsunuz?

Parti temsiciliklerine ve belediyelere  yollattığınız emirlerle o insanları mitinglere getirtince ne olacağını zannediyorsunuz?

Eve gelirken aslında o gece çoluk çocuğuyla yemeğini yiyip yatmayı veya huzur içinde dinlenmeyi düşünen insanlar her konuşmanızdan sonra içindeki isyanı bastıramayıp sokaklara dökülüyor.

Şimdi eline bayrağını alıp sokağa çıkan o insanlar, mitinglere bakıp, "Aaa bak Erdoğan’ın ne çok seveni varmış meğer. Hay Allah demek ki çok doğru bir adam. Tüm o galiz lafları yiyelim yutalım. Sevelim bari bu adamı" mı diyecek?

Mitinglerle kendi egonuzu şişirip, karizmanızı tamir etmeye çalışabilirsiniz ama bizde değişen birşey yok, bunu böyle bilesiniz.

Faiz lobisi diye tutturmuşsunuz.

Onlar mı dedi size herkese hakaret et, insanları aşağıla, ortam biraz durulur gibi olurken gene bir konuşma yap, gerdikçe ger ki, insanlar bir gece otursa ertesi gece yine sokaklara dökülsün diye? Adama, "Siz de mi o lobiyle ortaksınız?" diye sorarlar.

Dış güçler diyorsunuz?

Onlar mı dedi size inançlarının ve tarihte gözüne batanların sembolü olarak git Taksim’e kışla yap? O da yetmedi ön görüm kışla, iç dizayn AVM inşaat et ve "Ağacımı kestirmem" diyen insanlara "Çapulcular" diye veryansın edip 1 metreden daya gazı diye?

İllegal örgütler diyorsunuz?

Ülkedeki insanlara demokrasinin sadece sandıktan ibaret olduğunu iddia eder, her türlü demokratik haklarını kısıtlar, polise elindeki bisküvileri ikram eden çocukların suratlarına ortada hiçbir şiddet olayı yokken gazı dayarsanız, ortaya çıkacak kaotik ortamlarda yerli yabancı her türlü örgütün iş başına geçeceğini bilmiyor musunuz? Bunu da mı biz öğreteceğiz size?

Halkı yani bizleri, bu örgütlerden ve bu ajanlardan, sizin tabirinizle provakatörlerden böyle mi koruyacaksınız?

Halka hakaret ederek, "Taraftarlarımı üzerinize salarım" diyerek, bankaları, medyayı, holdingleri tehdit ederek, ortalığı yangın yerine çevirerek, ben - ben - ben - ben - ben diyerek mi bizleri dış ve iç tehditlerden koruyacaksınız?

Bizim zamanımızda dikilen ağaçlar diyerek sayılar veriyorsunuz. Dikilenleri öğrendik. Şimdi sizden bir vatandaş olarak  talan edilen ağaçların, orman arazilerinin ve imara açarak daha da talan etmeyi planladığınız milli parkların hesabını istiyorum.

Çok uzağa gitmeye gerek yok. İstanbul Boğazı'nı  bir tekneye binip her sene bir kere denizden boya boya geçseniz zaten bir önceki yıla göre farkı görürsünüz.

Her 5 yılda bir  denizden o kıyıların fotoğrafını çekip, kaybedilen yeşil alanlara baksaydınız şimdi o diktiğiniz ağaçlardan söz etmeye utanırdınız.

"Bu ülkede mezhep farklılıklarından ve etnik farklılıklardan nemalanmak isteyenler var" diyorsunuz.

Peki siz bir başbakan olarak, Reyhanlı’da ölenler hakkında Sünni diye özellikle mezheplerine vurgu yaparak konuşmaya  utanmıyor musunuz? Alevi olsalar veya Müslüman olmasalar vurun abalıya mı diyecektik?

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu insanları meydana dökmekle suçluyorsunuz. Kılıçdaroğlu’nun böyle bir gücü olsaydı bunu daha önce yapardı.

Dilin kemiği olsaydı derler ya...

Sizin dilinizin islaha ihtiyacı var.

Unutmayın bu halkı  bu şekilde isyana, ancak siz  sürüklersiniz ve şu günlerde sizin bu ülkeye yaptığınız kötülüğü bilin ki kimse sizin kadar mükemmel yapamaz.

Ne dış mihraklar, ne faiz lobisi, ne de provakatörler... Hiç birisi asla elinize su dökemez bu konuda.

Merak ediyorum.

Etrafınızdaki şakşakçı danışmanlar mı geri zekalı yoksa onlara hiç söz hakkı vermediğiniz için mi toplumun nabzını tutamıyor ve olayları doğru okuyamıyorsunuz?

Ve ben başbakan olsam o çapulcu dediğiniz gençliği hiç ama hiç küçümsemem, aksine acilen kendime o genç beyinlerden bir danışmanlar ordusu kurarım.

"Ülkenin yüzde 50'si bana oy verdi" diye övünürken, o çapulcu gençliğin nüfusunun da bu ülkenin yüzde 50"si olduğunu unutmamanızı  tavsiye ederim.

Size gidip ıssız bir ormanda biraz çimenlere yatıp ağaçlara bakarak vücudunuzdaki ve beyninizdeki şu elektriği biran önce boşaltmanızı tavsiye ederim.

Yoksa kısa kontak yapıp hem kendinizi hem de  tüm ülkeyi yakacaksınız.

Öfkeyle kalkan zararla oturur derler.

Kendinize ve partinize ne ettiğiniz  sizin suçunuz olur da, halkın yani bizlerin suçu ne?

Ne Öğrendim..

Bu yazı 17 Haziran 2013 tarihinde Akdeniz Habercide yayınlanmıştır.

http://www.akdenizhaberci.com/koseyazilari/ne-ogrendim-37321

Ne öğrendim

selin
Gezi parkı olaylarından başbakanımız birşeyler öğrendi mi orası pek belli değil ama  sanırım bizler  ülkemiz  ve insanlarımız  hakkında bazı şeyler öğrendik ve bunların bazıları çok güzeldi.
‘Hani ’Her şerde  bir hayır vardır’’ derler ya…
Sizleri bilmem ama ben şahsen, bu gençlerle  ülkemizin geriye değil ileriye gideceğini görerek  geleceğe olan ümidimi tazeledim.
Çapulcu, ayyaş  gibi kelimeleri duyduktan sonra
‘’Söz gümüşse sükut altındır’’,
’’Lakırdı dokuz boğumdur, sekizini yut,birini söyle ‘’, ’Birşey söylemeden önce kırk kere düşün,dilin kemiği yok.’’ gibi sözlerin niye atasözü olarak değerinden hiçbirşey kaybetmeden bugünlere geldiğini bir kere daha anladım.
Tayyip Erdoğan’ın ‘’Ben geri adım atmam,yapacağımı yaparım’’ beyanatlarını  her dinlediğimde borsa sallanır, ekonomik göstergeler  çatır çatır yerinden oynar,
dünya televizyonları Başbakan Erdoğan’ı‘’Avrupa’nın yeni Hitler‘i‘’olarak  takdim ederken, büyüklerimizin söylediği
‘’Öfke ile kalkan zararla oturur’’
‘’Keskin sirkenin küpünedir zararı ‘’ sözleri  kulaklarımda çın çın çınladı.
İnsanın en büyük imtahanının ego olduğunu,Osmanlı döneminde padişahlara söylenen ‘’Gururlanma padişahım senden büyük Allah var ‘’hatırlatmasının ne kadar önemli olduğunu anladım.
Bu arada başbakanın zihniyetine göre yakında bir yere tuvalet bile yapılacaksa bunun ona  sorulması gerektiğini , valilerin, belediye başkanlarının, emniyet güçlerinin  hep onun olduğunu öğrendim.. Benim polisim ,benim valim,benim iktidarım,benim, benim, benim, ben ben ben…. Oysaki bize öğretilen bunların hükümetlerin değil,devletin  yürütme birimleri olduğuydu.
AKP de parti içi demokrasisi diye birşey olmadığını,bu ülkede herşeye tek kişinin karar verdiğini,diğerlerinin figüran olmaktan  öteye gidemediklerini ve başbakanın danışmanların tek görevinin ne yazık ki ‘’padişahım çok yaşa ‘’ demekten ibaret  olduğunu gördüm.
Böyle bir düzenin en başta o düzeni kuranlara zarar vereceğini ben anladım,siz anladınız ama başbakan anladı mı bakın işte ondan hiç emin değilim.
Aynı fikirde olmasa bile mecburiyetten, sürekli sizinle aynı fikirde olduğunu beyan eden  şakşakçı bir çevre sizi yanlışlara götürür.
Aklı  selim sahibi kişiler,eleştirileri  kişisel algılamaz,akıl süzgecinden geçirip bir durup  düşünür  ve sonra karar verir.
Gurur kibir yalnız islamiyette değil,tüm dinlerde en büyük günahlardan biridir.
Bir ülkenin başındaki kişinin ‘ben ben ben, tavrı, ne dine ne de imana sığabilecek kibiri ve kendinden başkasını hiçe sayan,insanları ise adeta tebası gören duruşu, inadı  ile bir ülkeyi nasıl uçurumun kenarına getirebileceğini bir insanlık dersi olarak ibretle izledim.
Anladım ki Allah,kullarını bazen şan, şöhret, para, güçle de sınarmış ve bazıları hatim ettikleri kuranın emirlerini unutup bu imtahandan sınıfta kalabilirlermiş.
En acısı da herkesin apaçık gördüğü ve rahatsız olduğu birşeyi onlar asla göremeyebilir,kendi egolarını herkesin ve herşeyin üzerinde  tutabilirlermiş.
Eğer medyanın, göbeğinden menfaat,kredi,ihale gibi şeylerle birilerine bağlandıysa asla düzgün habercilik yapamayacağını  zaten biliyorduk.
Sanırım yaşadığımız olaylar nedeniyle, hükümetle kol kola yürüyeyim derken insanın böyle bir ülkede her an  ‘’Aşağı tükersen sakal yukarı tükürsen bıyık ‘’sendromuyla karşılaşacabileceğini ,
dolayısı ile  gazete TV sahibi olmanın hiç de özenilecek birşey olmadığını anladık.
Bu direniş sayesinde yalnız hükümetin değil,halkın da medya üzerinde bir yaptırım gücü olabileceğini ,onları kendilerine getirmenin de  yine bizim elimizde olduğunu gördük.
Sosyal medyanın sadece birbirimizin hayatını takip etmek ya da tatil fotoğrafları,çiçek böcek resimleri  yollamak için olmadığını fark ederken;
Bilişim ve iletişim çağında bir  hükümetin  ne yaparsa yapsın  halkın haber alma ve yayma gücüyle asla başa çıkamayacağını ve yerel medyayı tehdit ederek sustursa  bile dünya medyasının orada hazır ve nazır olarak servise hazır olduğunu  gördük.
Bu arada ben şahsen, Atatürk’ün  niye cumhuriyeti  gençlere emanet ettiğini anlayıp ona  ve vizyonuna bir kere daha hayran oldum.
Mizahın mizah olabilmesi için ille de belden aşağı ve cinsellikle dolu olması gerekmediğini ,içinde zeka pırıltıları olan  ince  espirilerin  herkesi gülümsettiğini,hayranlık uyandırdığını  ve  en karanlık günlerde bile içimizi ısıttığını gördük.
Bir sanatçı olarak,sanatın her koluyla, müzikle şiirle edebiyatla,tiyatro ile bütünleşmiş bir gençliğimiz olduğunu görmenin mutluluğunu ve  harikalar yaratabildiklerine   şahit olmanın  gururunu yaşadım.
Eski jenerasyonların devrim şarkılarından farklı olarak bu sivil direnişin ürünü  müzikler,şarkılar, klipler,sanırım bir yandan gözlerimizi yaşartırken,diğer yandan  da bizleri  gülümseten, içimizi sevinçle dolduran eserler  olarak tarihe geçecek.-)))
Yıllardır yazılarımda ve söyleşilerimde belirttiğim  AKP li, olmadan dinini,MHP li olmadan vatanını,CHP li olmadan Atatürk,ü seven TC vatandaşı  kimliğimin  aslında bu ülkedeki çok kişiyi kapsadığını iddia ederken ne kadar haklı olduğumu gördüm.
Özellikle ülkemizin %50 si olan ve yıllarca apolitik olduğu iddia edilen gençliğimizle  aynı kulvarda  olduğumu  görmekten gayet mutlu oldum.
Gençlerimizin sorumsuz değil,aksine pırıl pırıl zeki,aydınlık,sevimli,bilgili,kültürlü  ve hiç birşeyden korkmadan haklarını müdafa edebilecek kadar yürekli olduklarını hep beraber gördük.
Eminim,oyunu kötünün iyisine değil, gerçekten onu tüm ihtiyaçları ile kucaklayan ve sonuna kadar hak edecek olana  verecek olan  bu gençlik zamanla kendi  içlerinden onların dillerini anlayan  yeni  liderler çıkaracaktır.
Spirituel konularla ilgilenenler bilir,1980 lerden sonra  ‘’indigo çocuklar’’,90 lardan itibaren de ‘’kristal çocuklar’’dünyaya   gelmeye başladı.
Kitaplar onları şöyle tarif ediyor;
’’Bu çocukların en belirgin özellikleri çok akıllı olmaları,otoriteye karşı çıkmaları ve alışılmış kalıpların dışında hareket ederek istediklerini elde etmeleridir.
Yeni çağ özellikleri ile ilgilenenlere göre ise, bu çocuklar  eski kalıpları yıkarak dünyayı değiştirmek ve daha iyi hale getirmek için yeryüzüne gelmektedirler , en iyi anladıkları dil de sevgi dilidir.
Anne babaların ve daha eski kuşakların onlardan öğrenecekleri çok şey vardır .’’
Pek çok kişinin bugüne kadar ben bu çocuklardan ne öğrenebilirim ki diye düşündüğüne eminim.
Ama bakın işte öğretiyorlar:
Oluşturulan insan zincirleri ve yardımlaşma örnekleri ile türk gençlerinin insani yönünün,her türlü din dil ırk ayrımlarının üzerinde olduğunu ve kendi içlerinde barış içinde bir yaşam kurabileceklerini görüyoruz.
Onlar ,mini eteklisi, eşofmanlısı, türbanlısı, namaz kılanı,kılmayanı, farklı etnik kökenlisi,biribirleriyle geçinebiliyorlar,aynı yerde barınıyor,yiyeceklerini,içeceklerini paylaşabiliyorlar.
Aynı ağacın gölgesinde barınabiliyor,birbirlerinin gazdan yaşaran gözlerini silebiliyorlar.
Paylaşamayan ve toleranssız olanlar başkaları mı acaba?
Siyasi liderlerin bu insani yapıyı anlamasının şart olduğunu düşünüyorum.
Ayrıca Dünya’da  da hiçbir baskı rejimi  sonsuza dek   yaşayamamıştır,çünkü baskı insan doğasına aykırıdır.
Şiddet şiddeti tetiklerken;
Gezi parkı ile başlayan bu olaylar sürecinde en önemlisi  Türk milletinin ezilemiyeceğini,onuruna gururuna dokunulduğunda,haysiyetiyle oynandığında genç yaşlı  sokaklara dökülebileceği ve hakları için mücadele edebileceklerini ve birşeyleri değiştirebileceğini bir kere daha  gördük.

14 Ocak 2013 Pazartesi

RAY-BAN'IN EN SEVDİĞİ CAMİ

RAY-BAN'IN EN SEVDİĞİ CAMİ

Bir diğer Nişantaşı klasiği de kuşkusuz Teşvikiye Camisi'dir
************************
Hani şu artistlerin, aktörlerin ve sosyetik ölülerin cenazesinin kalktığı yer.
 
Eskiden insanlar cenazelere mümkün olduğu kadar sade giyinip giderlerdi değil mi?

Şimdi ise ne kadar süslü giderseniz o kadar iyi..

Cenazelere az makyajlı ve mümkün olduğu kadar sade kıyafetlerle gitme adeti kuşkusuz burada hiç geçerli değildir.

Teşvikiye Camisi'ndeki cenazelere herkes yapılı saçları, püfür püfür elbiseleri ile  gelir.Ha bir de olmazsa olmaz koyu renk güneş gözlükleri ile...

Hadi yaz günü anladım da, kışın karanlık bir havada cenazelerde o koyu renk gözlükler niye takılır onu hiç anlayabilmiş değilim.
 
Yıllar önce Erenköy Camisi'nden çok sevdiğim bir arkadaşımın kayınvalidesinin cenazesi kalkıyordu. Hiç unutmam ben de göze batmamak için ve biraz da cenaze törenlerini düğün evine çevirmemek adabımdan olsa gerek, üzerime dümdüz bir lacivert palto geçirip gitmiştim.

Aman efendim ne büyük bir gaf..

Bir de baktım ki, eteği volanlı mı istersiniz, bebe yakalı, reglan kollu mu... Renk renk, desen desen kürkler etrafımda resmi geçit yapıyor.
 
Kızlarından güzel çıtır annelerin giydiği kısa, uzun; renkli, renksiz kürklerle dolu cami avlusuna bakınca kendimi Milano’ya gidip Fendi’nin kış defilesini yerinde izliyor gibi hissettiğimi dün gibi hatırlıyorum.

Hele 65 yaşında ve çapkınlığı iie ünlü bir beyefendiyi, başında önünde siperliğiyle denizci şapkası görünümlü lacivert bir şapka ve gözünde de son model kocaman güneş gözlükleri ile görünce çok şaşırmıştım.

Özcan, sanırım cenaze töreni sırasında, ömrü hayatında bir kere bile görmediği arkadaşının kayınvalidesi için hüngür hüngür ağlamaktan korkuyordu (!) ve  kızarmış gözlerini kamuoyuna göstermemek için o gözlüğü takmıştı:))))

Süslü ve bakımlı hanımlar makyajsız sokağa çıkmayı pek sevmezler.
 
Dolayısı ile cenazelerde aile yakınlarının dağılmış görüntülerini gizlemek için o kara gözlükleri takmasını anlıyorum da, diğerlerininkini anlayamıyorum.

Herkes CIA ajanı mübarek veya Ray Ban kapıda durup bedava gözlük dağıtıyor.
 
İşte Nişantaşı’nda öğle vakti trafik tıkanmışsa veya havalı arabaların başında iş adamı kılıklı özel şoförler bekliyorsa bilin ki, Teşvikiye Camisi'nden bir cenaze kalkıyordur.

17 AĞUSTOS GECESİ CAMİ AVLUSU

Nişantaşı kafelerinin en güzel zamanları da bu zamanlardır.

Çünkü vakit darlığından muzdarip sosyetik halkımız cenazeden sonra buralara konuşlanıp birer çay kahve içmeyi veya yemek yemeyi adet edinmişlerdir.

Genelde yıllarca görülmeyen dostlar arkadaşlar bu törenlerde görülür ve sadece birilerini görmek için ahbaplarının yedi kat el akrabalarının cenaze törenlerine giden kişiler vardır.

Yani Teşvikiye Camisi'nden kalkan cenazeler aynı zamanda sosyal bir buluşma ortamı oluşturur.
 
En son gittiğim Atilla Aksoy’un cenazesinde yere kırmızı halı serilmişti ve etrafı kordonlarla çevrilmiş halının üzerinde herkes aileye baş sağlığı dilemek için düğünlerdeki takı kuyruğu gibi kuyruğa girmişti.
 
Tabi kalabalık yüzünden karışıklığa imkan vermemek için yapılan bu düzenlemeyi normal karşılıyorum da ya cenaze namazı bile kılınmadan caminin ön kapısından girip aileye gözüktükten sonra arka kapıdan kaçanlara ne demeli?
 
Sevdiklerimizi uğurlarken bile dostlar alışverişte görsün durumuna ne zaman geldik?

Teşvikiye Camisi aynı zamanda bir Türkiye mozağidir. Cenaze törenlerinde İstanbul’un en elit tabakasını biraraya getiren cami avlusu, sabahın erken saatlerinde de Nişantaşı'nda çalışan hizmetçilerin sosyalleşme ortamıdır.
 
Saat 8 - 8.30 civarında oradan geçerseniz, sabahın kör şafağında evlerinden çıkıp hayatını kazanmak için Nişantaşına e temizlemeye gelen temizpak giyimli   gündelikçi teyzelerin kucaklarında sıkmsıkı tuttukları el çantaları ile banklara oturmuş, işyerlerine gitmeden önce birbirleri ile lafladıklarını görürsünüz.

Dış kapının önünde yaşlı bir amca şık mağazalarda bir dolu paraya alabileceğiniz çeşit çeşit ayakkabı tabanlıklarını üç beş kuruşa satar. Nereden gelir? O cami duvarını nasıl bulmuştur? Günde ne kazanır onu hiç bilmem ama dünya tatlısı bir amcadır ve onu her gördüğümde "ayakkabı tabanlığı almak" gelir içimden.
 
Benim kişisel tarihimde ise Teşvikiye Camisi’nin apayrı bir yeri vardır.

Orası sıcak bir yaz gecesi üzerimde saten geceliğimle sabahın olmasını beklediğim ve diğer gecelikli Nişantaşılılarla tanışıp kader birliği yaptığım yerdir. Şimdi bu da nereden çıktı demeyin.
 
17 Ağustos Marmara Depremi'nde bir arkadaşım kucağında minik köpeği ile apartımanın kapısına dayanıp, "Hemen aşağı in. Teşvikiye Camisi'ne gidiyoruz" diyerek bağırdığı ve pekçok kişi de aynı şeyi yaptığı için geceyi o avluda geçirdim.
 
Her ne kadar arkadaşlar arasında gır gır olsun diye, "Selin o gece Babydol'llarıylamış" diye dedikodular üretildiyse de külliyen yalan. Geceliğim yerlere kadar uzun askılı bir gecelikti ve üzerinde de el yordamı ile portmantodan kapıp giydiğim sabahlığım vardı.
 
Hoş tamamen çıplak da olsaydım kimsenin bunu fark edecek hali yoktu ya:)

Telefon hatları kesilmiş... Başımıza ne geldi, bilmiyoruz. Minare yıkılsa altında kalır mıyız, ondan da emin olamıyoruz. Cami avlusunda bekleşip duruyoruz.
 
İşte öyle bir gece ve hala o gece orada tanışıp felaketin getirdiği yakınlıkla yolda görünce konuştuğum, selamlaştığım kimseler vardır Nişantaşı'nda.

Umarım bir daha aynı felaketleri yaşamayız ve Teşvikiye Camisi'nin avlusu sadece önünden geçip gittiğimiz  bir semt klasiği olarak kalır hayatımızda.

Nişantaşı günlüklerimiz devam edecek.
 
(Selin Melek Aktan'ın bu köşe yazısı kasım 2012 tarihinde Nishtime'da yayınlanmıştır.