3 Haziran 2010 Perşembe

ÇOCUKLUĞUMDAKİ ATATÜRK



Çocukluğumdaki Atatürk deyince aklıma hep  her kasım ayında  okula götürdüğümüz kasımpatılar ,bir de okuduğumuz Atatürk şiirleri  gelir.
Okulumuzda şiir okuma yarışmaları yapılır,ben de hep birinci olurdum. Bu yüzden tüm önemli günlerde olduğu gibi 10 kasımlarda da şiir okuma görevi bana verilir,ben de sesime etkili bir ifade vermeye çalışarak  Atatürk şiirleri okurdum.
Atatürk ü sever miydim?Tabi ki severdim.
Bu anneni,babanı sevmek gibi doğal olarak bize verilmiş veya öğretilmiş bir duyguydu.
O bizi düşmanlardan kurtarmıştı.Cumhuriyeti kurmuştu.
Şapka devrimi,harf devrimi falan yapmıştı,vs.
Ama Atatürk’ ü anlamam ve ona her geçen gün  artan tartışmasız bir hayranlıkla bağlanmam çok sonraki yıllara dayanır.

Annemler 5 kız kardeş.Anneannem,dedem ve kızları herhalde 1956 larda falan olmalı fotoğrafçıda bir resim çektirmişler.
Tüm hanımların başlarında şapkalar ve dudakların da da  kopkoyu  kırmızı ruj var.Ama hepsinin de  ruj rengi aynı.
Şimdi düşünüyorum da herhalde bir  adet rujları vardı ve son dakika hepsi dudaklarını onunla  boyadılar.
Her biri  eski Hollywood filmlerindeki artistler gibi duruyor.
Başlarındaki  şapkaların hepsi ayrı birer sanat eseri ve kimisi sağa,kimisi de sola yatırarak poz vermişler.
Küçükken ağabeyimle o resme bakıp  anneme göstermeden aramızda kıkırdayarak dalga geçtiğimizi hatırlıyorum.
Eski, rengi kahverengiye dönmüş  o fotoğrafta en çok garibimize giden ve ilgimizi çeken şey o şapkalar ve formlarıydı.
Şimdilerde annemin tozlu albümleri arasından o resmi bulup baş köşeye koymak isterim.
Ülkem nereden nereye .....

İnsanların çarşaf giyerken kılık kıyafet devrimiyle batılılar gibi giyinmeye başladığı öğretilirdi devrimler anlatılırken.
Ama siz bir cumhuriyet çocuğuysanız,zaten  öyle bir ortama doğmuşsanız o büyük adamın neler yaptığını  çocuk kafanızla  anlamanız  veya içselleştirmeniz pek mümkün olmuyor.
Çocuklara bunları anlatmanın başka bir formülü olmalı.

Mesela tüm devrimler ve kurtuluş savaşı bize o yaşlarda çizgi roman olarak anlatılsaydı daha iyi olmaz mıydı?
Niye öyle kitaplarımız yoktu  bizim?


Hemen itiraz etmeyin şimdi. 
Aranızda yaşı 30 un üstünde olup ta Zagor,Teksas,Tommiks gibi kitapları okumamış olanlar var mı?
Amerika’ya gelen İngilizlere karşı yerli halkın verdiği mücadele anlatılırdı o kitaplarda.
Bazılarında da  bir  kuzeylilerle güneyliler savaşı vardı ki,biz o kıta neresi,bu neyin savaşı bilmez  ,ama çılgınlar  gibi okurduk. 
Teksas kırmızı ceketli  İngilizleri öldürdükçe o yaşta yerini bile bilmediğimiz bir ülkede kurtuluş mücadelesi veriliyor  ve yerliler kazanıyor diye  sevinir dururduk.
İçinde minik aşk hikayeleri bile vardı  o kitaplarda.
Hatırlıyorum  Tommiks kalenin kumandanının kızını çok beğenirdi.
Bir de tabi tüm çocukların ilgisini çekecek hayvanlar vardı o çizgi romanlarda.
Büyülü bir dünyanın içine girerdik aslında kimin ve neyin tarihini okuduğumuzu bilmeden.
Kim yazmıştır niye yazmıştır o  romanları bilmiyorum.
Ama şimdi düşünüyorum da keşke bizim de,   bize  kendi kurtuluş savaşımızı anlatan  ve kahramanı Atatürk olan çizgi romanlarımız olsaydı o yaşlarda.
Bir yandan eğlenir bir yandan öğrenirdik ve onu ,yaptıklarını anlayabilmemiz için yaşımızın  o kadar büyümesi gerekmezdi.


Evet ,o kuşkusuz hepimizin sevdiği Atatürk’tü.


Ama hangimiz o yaşlarda onun dehasını ve yaptıklarının önemini sonradan  anladığımız kadar anlayabildik?
Bir insan nasıl hem iyi bir asker,hem iyi bir devlet adamı,hem de bu kadar iyi bir siyasetçi  ve diplomat olabilir?
İnsanın onun yaptığı şeyleri yapabilmesi  için  kendi halkını olduğu kadar dünyayı da çok iyi gözlemlemesi gerekir.
Mesela ben hala merak ederim..
Acaba hangi yabancı dilleri  konuşuyordu?
Hangi ülkelere seyahat etmişti?
İletişim olanaklarının son derece  kısıtlı olduğu bir devirde Atatürk nasıl bu derece ileri görüşlü bir vizyon adamı olabilmiş  ve bu kadar bilgiyi edinmiştir?
Hangi kitapları okumuştur?


Karton film sevmem.
Ama yıllar önce seyrettiğim Persepolis isimli karton filmi unutmam mümkün değil.
Animasyon veya karton film dalında ödül almış bir çizgi film olduğu için kendimi zorlayarak gitmiştim.
İran’da yaşayan küçük bir kızın ağzından,yıllar içinde Şah dönenimden bugünlere nasıl gelindiği ve onun büyüme sürecinde neler yaşadığı anlatılıyordu.
Karakterler o kadar gerçekçiydi ki,bir süre sonra karton falan  olduğunu unutup filme dalmıştım.
Seneler boyu Türkiye İran olacak sözlerine itiraz edip hadi canım diye cevap veren ben,sinemadan çıktıktan sonra tüm olaylara bakışım değişmişti ve    eyvah bizde de bu oluyor galiba paniği içine girmiştim.
Hala da eğer DVD  si varsa herkesin o filmi izlemesini tavsiye ederim.Galiba internetten de indirmek mümkün.


Şimdiki çocukların bizim Tommiks  teksaslarımız gibi çizgi romanlar  okuduklarını sanmıyorum.
Ama hepsi  de çizgi film seyrediyorlar  değil mi?
TV  karşısında oturup karton film seyretmeyen çocuk  var mı?
Hepsi de  her gün adı değişen bir yığın kahramana aşık oluyor.

Küçük çocuklar için  4 –5  yaşından itibaren izleyecekleri  kahramanı Atatürk olan karton filmler  yapılsa fena mı olur?
Lütfen  şimdi kimse bana Atatürk’ü masal kahramanı yaparak onu karikatürize etmekten falan bahsetmesin.
Böyle söyleyenlere  atamızın  şu sözünü  hatırlatmak isterim;
‘’Benim naçiz vücudum bir gün toprak olacak ama cumhuriyet  ilelebet payidar kalacaktır.
Gerçekten  de çoğu kez şekle bakarken özü kaçıran bir  topluluk olduğumuzu düşünüyorum.
Burada önemli olan onun fikirlerini ve neyi niye yaptığını çocuk kafaların anlayabileceği şekilde onlara aktarmaktır.

Mesela onun bir İstikbal göklerdedir sözü vardır ve  bu beni ona bağlayan en hayranlık  duyduğum sözlerinden biridir.
Sanki ilerde savaşların dipçikle mermiyle değil uçaklarla, uzun menzilli füzelerle olacağını görmüş veya uzay teknolojisinin açacağı çığırı daha o zamandan tahmin etmiştir.
TV, cep telefonları,internet gibi  günlük yaşamımızı şekillendiren  tüm iletişim araçları bir şekilde uydu sistemleri ve uzay teknolojisiyle bağlantılı değil midir?
Nasıl görebilmiştir bunları ta o yıllarda?

Çocuklarla ilgili her devrin kendi dinamikleri olduğu gibi ,ona bağlı da anlatım  teknikleri olmalı.

Mesela o karton filmlerde Atatürk’ün göklere bakarak hayaller kurduğunu,uzayda uçan arabaları,ışınlanan insanları falan hayal ettiğini  animasyon olarak göstersek ve sonra da gidip bu hayallerle uçak fabrikası kurduğunu anlatsak çocuklar onun nasıl bir vizyon adamı olduğunu  daha kolay anlamazlar mı sizce?

İstikbal göklerdedir sözünün anlamını çözmek  ve ona bin kat hayran olmak  için kocaman insanlar olmaları gerekmez o zaman.

Herhalde bu Atatürk’e ait  mesajları ve onun yaptıklarını, kumlu bir TV ekranında insanların komik hareketlerle oynadığı o eski siyah beyaz  filmleri  göstererek anlatmaktan çok daha kolay  anlatır  bugünün çocuklarına. 
Atatürk olsaydı tam da böyle anlatırdı kendini o çocuklara eminim.

O hep çağının ötesinde bir insandı çünkü.Kendisinin de çocuklara okuma kitaplarından öğretilemeyeceğini çoktan görüp ona göre önlemini almış olurdu.

28 eylül 2009 da Türkhaberlerde yayınlanmıştır.
 http://turkhaberler.net/writerDetail.php?WordID=4226

BEN BİR CADIYIM

Siz de arada bir kendinizi tahlil edip ne olup ne olmadığınızı düşünür müsünüz?Ben düşünürüm..
Kendi hakkımda bazı tanımlamalarım zamanla değişmiştir.
Mesela yıllarca ‘’hiç hırsım yok,ah birazcık hırslı bir tip olsam ne iyi olurdu,nedir bu rahatlık ‘’diye kendimi yargılayıp durdum.
AAA Sonra bir gün bir de ne göreyim?
Meğer ben hırslı bir tipmişim.
Bana’’ bir şeyi yapamazsın’’ deyip bir hedef gösterin, sonra da ortalara salıverin..
Bu becerememe olayını yediremediğim için hedefe kilitlenir,yapana kadar uğraşırım.
Artık siz buna inat mı dersiniz,hırs mı,yoksa kendini çarmıha germek mi onu bilmiyorum.

Allah tan iyi bir huyum var, bu yarışı sadece kendimle yapıyorum.
Kendi limitlerimi zorlamaya,sıkıp sıkıp, kendi suyumu çıkarmaya çok meraklıyım.


Mesela babamın niye öyle deli gibi çalıştığını eskiden hiç anlayamazdım..
Sonra bir gün gördüm ki ‘’ armut dibine düşer’ misali ben de aynı şeyi yapıyorum.
 Şimdilerde kendimi o açıdan zapta rapta almaya çalışıyorum.

Ancak yaptığı işe güvenmeyenler başkalarını aşağıya çekmek suretiyle göreceli olarak seviye farkı yaratmaya çalışırlar,gerçekte ise yerlerinde sayıyorlardır diyen bir tezim var.
Yaptığı işe güvenen kişiler ise başkalarına da el vermekten gocunmazlar ,birlikten kuvvet doğar diye düşündüğümden etrafımdakileri potansiyellerini sonuna kadar kullanmaları konusunda teşvik etme huyum vardır.
Kendime tanıdığım krediyi başkalarına da tanırım..‘’Herkes yapabilir,çalıştıktan sonra niye olmasın?’’ diye düşünürüm.
Yani sadece ben yapabilirim diyen bir ego manyak değilim
ve neyse ki başkalarının başarılarını kıskanma gibi bir huyum yok.
Yoksa hayat çok zor olurdu.O kadar duygusal baskıyı kaldıramazdım ben.
Ayrıca kimsenin evini,arabasını,kürkünü,şalını,güzelliğini , mutluluğunu vs kıskanmam.
Kendimi yokluyorum, eviriyorum çeviriyorum ama bulamıyorum bu duyguyu.



Şimdi buraya kadar her şey kabul edilebilir.
Hani bu anlattıklarıma bakarsanız komplekssiz, neredeyse çaktırmadan kanat takma turlarında potansiyel bir melek olduğum düşünebiliriz değil mi?
AMA .....
Ah işte burada çok büyük bir ama var.
İstisnalar kaideyi bozmaz değil mi? Bozuyorsa yandık .
Çünkü o zaman ben bir cadıyım .
Hem de kıskanç olmadığına inanmış bir cadılar kraliçesi..
Evet yukarıda saydığım şeyleri kıskanmadım ama, geçen gün kişisel duygu tarihçemi şöyle bir gözden geçireyim dediğimde, şaşkınlıkla fark ettim ki ben bugüne kadar 3 şeyi feci halde kıskanmışım.
Melek olmam imkansız..Tek kanadını bile vermezler bana.

1.Orhan Pamuğu kıskandığımı fark ettim. Nobel ödülü aldığını duyduğumda ilk tepkim şu olmuştu.
‘’Ah, inanmıyorum,çok üzüldüm.Nasıl yapar bana bunu?Nobel’i ben alacaktım...
Evet,cadıyım diyorum ya işte size.. Aynen böyle söyledim.
Hiç unutmuyorum bir arkadaşlarımızın evinde bir yemek davetindeydik ve herkes dalga geçtiğimi zannetmişti. İşin kötüsü şaka falan değil,tümüyle inanarak ve büyük bir samimiyetle döküldü ağzımdan bu cümleler..
Yani bakın Yaşar Kemal alsaydı belki bu hakkımdan feragat edebilirdim.
Çünkü en azından o , benim biraz daha az bildiğim konularda yazıyordu..
Yok yok ona seve seve verirdim en büyük edebiyat ödüllerini.

Ama Orhan Pamuk..hani neredeyse mahallemizin çocuğu.
Tabi bu sadece semtsel yakınlıklarımızdan kaynaklanıyor.
Yaşar Kemal bir halk adamıdır,bir yığın arkadaşı vardır da,ben şahsen Orhan Pamuk benim yakın arkadaşımdır diyen hiç kimseyi tanımadım hayatımda...
Zaten de konunun onun bunu hak ederek veya etmeyerek almasıyla hiçbir alakası yok.
Sadece benim olmak istediğim bir şeyi yapmış olma gibi bir suçu var Orhan Pamuğun.
Anladım ki çocukluğumdan beri içimde büyüttüğüm böyle bir idealim varmış.

Kitabım var mıydı bunu almak için?Hayır, yoktu.
Ama olsun her şey bir an meselesiydi,bir gün yazacaktım ve alacaktım..
Beni teselli etmek isteyen iyi niyetli okuyucular,diyeceksiniz ki daha çok Nobeller var.Ama olmaz, hevesim kırıldı bir kere...
O asla Türkiye’nin ilk Nobel edebiyat ödülünü almak gibi olamaz..
İstemem almayacağım Nobel falan.Onun için lütfen kimse bana Orhan Pamuk’la ilgili bir soru sormasın..
En fazlası ‘’emeğe saygım var’’ falan deyip lafı eveleyip gevelerim..
Çünkü o, elini çabuk tutup benim göz koyduğum Nobeli alan adam.Tarafsız olamıyorum işte..
Şimdi ‘’senin ne haddine’’ falan demeyin.
Eski yazılarımızda söyledik ya hayallere limit yok diye..

Bu arada yıllar önce kaybettiğim sevgili amcamı rahmetle anıyorum.
Çok zeki , çalışkan ve son derece entelektüel bir adamdı .
Kendi çocuklarından ümidini kestiğinden mi nedir bilmiyorum babamı kaybettikten sonra her cumartesi günü gelip beni okuldan alır,yemeğe götürürdü. 12-13 yaşlarındaydım.
Yemek boyunca bana, benim nasıl Türkiye’nin ilk kadın başbakanı olacağımı anlatırdı.
Canım amcacığım,başbakan falan olamadım.
Yaşım tutmadı, zaten de size olan tüm sevgime rağmen hiç benimseyememiştim o hayali..
Benimsemiş olsaydım da Tansu Çiller ablam önümü kesmiş olacaktı..

Ayrıca şunu da göz önünde bulundurun lütfen..
Siz de eğer her başarınız karşısında’’ tabi yapacaksınız evladım zeki çocuklarsınız siz ‘’diyen ve hiçbir şeyi abartmayan bir annenin gözetiminde büyüseydiniz,
‘’evet Nobel benim olabilir ,neden olmasın’’ duygusuna kapılabilirdiniz.

Tabi ki insanın böyle yüreklendirici bir ailede büyümesi iyi bir şey,en azından ‘’sen beceremezsin’’ demekten daha yapıcı bir rol oynuyor hayatınızda.
Hiçbir şey yapılması imkansız görünmüyor gözünüze.
Ama sevgili ailem hani arada bir de bana ‘’aferin’’ demeyi unutmasalardı kuşkusuz her şey daha iyi olurdu..
Evet, itiraf ediyorum .
Ben de annesinden onay alınca mutlu olan o çocuklardan biriyim.Hem de koskocaman bir yaşta..

Yıllar önce devam ettiğim psiko drama derslerinde sorunu çözdüler.
Aferin sözünü fazla duymayan,her başarısı olağan karşılanan çocuklar sürekli çıtayı yükseltiyor ve kendilerini sınıyorlarmış.
Pardon,anneciğime haksızlık etmek istemem.
Yıllar önce ‘’Anne, benim memnun olduğun bir tarafım var mı? diye sorduğumda itiraf etmişti.
‘’Sigara içmediğine memnunum ‘’.
Yani hepi topu bu işte.
Başkalarının yanında çocuklarını övmeyi ayıp olarak gören ve onları şımartmak istemeyen ebeveynlere sahip jenerasyonun karaya vurmuş bir ferdi olarak,
ben kendimi Nobel ödülü alma hayallerine vurmayayım da kim vursun sizce?
Yazık bana.

Kıskanç=Cadı Selin sendromuma sebep olan diğer şey ise;

Angelina Jolie..Güzelliği yüzünden mi?Hayır.
Hem 6 tane çocuk yaptığı,hem yakışıklı Brat Pitt ‘i
kaptığı,hem de hala o incecik vücuduyla film üzerine film çevirdiği için.

Ne yapayım,kendini terbiye terbiye,nereye kadar.İnsan ruhunun da bir dayanma gücü var..
Bu Angelina Jolie sendromuna yıllar süren spiritüel çalışmalarımla ben bile çare bulamadım arkadaşlar.

Neyse ki geçenlerde ‘’ 6 çocukla yaşamaya başladıktan sonra Bratt’ le seks yapmaya vakit bulamıyoruz’’ diye bir beyanat verdi de,
içime biraz su serpilir gibi oldu...
E seks falan da yapmayın zaten artık.Öyle kardeş kardeş oturun işte.Neyiniz eksik!!!
Bir de’’ harika bir seks hayatımız var ‘’deyin de kendimizi iyice kötü hissedelim..

Evet..Şimdi de 3.kıskançlığım...
O da Starbucks cafeler.
Evet ,Starbucks olayını çok ama çok kıskanıyorum.
O konunun da kahve sevip sevmemekle alakası yok.
Virginia eyaletinin bir yerindeki küçücük bir kahve dükkanıyla başlayan bir işin, bütün dünyayı saran bir zincir haline gelmesine sinir oluyorum.
Bu durum Amerika’dayken o kadar gözüme çarpmıyordu.
Starbucks’lar konusundaki krizim, yıllar sonra öğrenciliğimin
geçtiği Londra’ya ayak basmamla başladı..
İngilizlerin o daracık pencereli hafif deri ve ahşap kokan loş ışıklı pubları meşhurdur.
2004 de İngiltere’ye gittiğimde onların yerine her on metrede bir Starbucks görünce şok oldum.
Hadi diyelim ki bunun mantıklı birkaç sebebi var.
Millet o publarda satılan sosis ve patateslerden bıkmıştı.
Öğle tatillerinde veya gündüz saatlerinde şöyle aydınlık bir yerde oturup, bir kahve eşliğinde sohbet edelim deseler eskiden gidecek yer bulamıyorlardı falan.
Ama her on metrede bir olması şart mıydı bu Starbucsların?
Şimdilerde durum nasıldır bilmiyorum ama o sıralar,Cafe Nero,La Mangia ve Starbucks aynı amaca hizmet eden yerler olarak Londra halkını parsellemek için kapışıyorlardı ve Amerikalıların karton bardaklı Starbucks’ı açık ara öndeydi.
Sonunda saymaktan vazgeçtim.
Niye bu kadar sinir oluyorum bu kahve dükkanlarına?
Bu bir başarı öyküsü ve ben bu kadar basit bir şeyin bu kadar çabuk bir şekilde dünyayı sarmasını(49 ülke)hazmedemiyorum..
Evet haklısınız. Kıskançlık kötü bir his!
Starbucks fenomenini takibim yıllarca devam etti.
Singapur’da Starbucks,bütün çekik gözlüler orada.
Dubai’ye gidiyorsun,o güzelim Arap kahveleri unutulmuş.
Karton bardakta kahve almak için millet kuyrukta.
Peru’ dasın yine o dükkanlar.
Çay kültürünün zirvede olduğu Japonya ‘da,Çin’de bile Strabackslar.
Zaten birkaç yıl önce adım başı Braserilerin olduğu Paris sokaklarında da Starbucks açılacağını duyduğumda, benim için son kale de yıkıldı ve ben onları saymaktan da,varoluşlarına sebep aramaktan da vazgeçtim.
İtiraf ediyorum.
Benim böyle bir şey becerememiş olmam gururumu kırıyor ama henüz savaştan vazgeçmiş değilim.
Karşı cephe oluşturmaya karar verdim.
Kafamda aynı sistemle başarının yüzde yüz olacağına adım gibi emin olduğum bir proje var.
Ama ne yazık ki bu projeyi hayata geçirmek için ne yaşım, ne başım, ne de konumum müsait değil.
Bu yüzden fikri burada ilan ediyorum.
Kendine güvenen birisi çıksın yapsın şu işi .
Ben Türkiye’ye gelip de sokakta yediği o simidi sevmeyen bir tek yabancı görmedim.
 Amerikalı arkadaşlarım onları her sokağa bırakışımda ellerinde simitle dönerler eve.
Her ne kadar müşterisi olmasam da şu simit sarayları işini başından beri çok destekliyorum.
Ucuz, çeşidi bol ve ürünleri lezzetli .
Avrupa topluluğu için çalışmaya gelip Ankara’ ya yerleşen Belçikalı bir dostum anlata anlata bitiremez simit saraylarını.
Tabi o buraları çeşitli kahvaltı ekmeklerinin satıldığı bir yer sanıyor ya neyse.
Her yurt dışına gidişimde çantamda muhakkak vakumlanmış simit paketleri götürürüm.
Memleketinden uzak düşmüş Türk arkadaşlarım yolculuğumdan önce on kere mesaj çekerler.
’’Aman simitlerimizi unutma ‘’diye.
Buzluğa attıkları simitleri arada bir çıkarıp ekmek kızartma makinesinde ısıtarak yemek en büyük zevkleri..
Amerikalıların DONUT ına bin basar bizim simidimiz
Bunu yalnız ben söylemiyorum,hayatında ilk defa simit satan her yabancı söylüyor.

Bence O dünya markalarının arasına girebilecek bir ürün...
Bizim ürünümüz hem de,yüzde yüz yerli malı simit.
Dünyada simit sarayı ,dükkanı yada adı her ne ise işte  simit satıcıları zinciri kurulmasını istiyorum.

Starbucks’a karşı çay ve simit..karton bardakta bir şey verilecekse o da tarhana çorbası olsun lütfen.
Dünyadaki ilk toz çorbanın tarhana çorbası olduğunu ve Orta Asya’dan göç eden Türkler tarafından yollarda kullanılmak üzere geliştirildiğini biliyor muydunuz?
Almanya’da bile simit satan yerler yok daha .
Bir simit fırını kurmak çok mu zordur?
Haydi gençler,girişimci beyler, hanımlar.Lütfen yapın bu işi.
Bakın dünyanın dörtte üçünü gezip her ülkenin damak tadını bilen bir vatandaşınız olarak söylüyorum tutar bu iş.
Boş bir saha. Henüz kimse el atmadı.Girişimcisini bekliyor.
Ben mi?Ama ben sanatçıyım.
Şimdi simit sarayları kurup dünyaya yayacağım diye gül gibi sanatımdan mı olayım?
Ben resim yaymakla meşgulüm.Daha ne yapayım.
Söz simit hadisesini kıskanmayacağım.
İftihar edeceğim.
Ama eğer bunu bizden önce bir yabancı keşfeder ve yaparsa işte o zaman kahrımdan ölürüm.
Üstelik Starbucks’a eş değerde bir dünya markası çıkarmak için elimdeki en kuvvetli kozu da kaptırmış olduğum için durumum iyice vahimleşir.
Ne deseniz haklısınız, cadının biriyim ben)))

25 Ekim 2009 Türkhaberlerde yayınlanmıştır.






24 Mart 2010 Çarşamba

Niye yazdım?

Tüm okul yaşantım boyunca edebiyatla aram iyiydi.Çünkü  çocukluğumun yaz  tatilleri  Bursa'da kocaman bir evin içinde benden 14 yaş büyük ablamın kütüphanesini karıştırmakla geçti.Hatta bir de il halk kütüpahesinden alınmış bir kartım vardı ve oradan imza karşılığı kitap alır,okuyunca gidip geri verirdim...
İlk okulu bitirdiğim zaman tüm dünya klasiklerini ve Türk edebiyatında o güne kadar yazılmış ne kadar kitap varsa okumuş bir çocuktum.
Ama tabi bütün bunlar oturup köşe yazıları yazmak için yeterli bir sebep değil)))
Üstelik de bunu arzu etmiş bile değilim.

Bugün yaşamımda var olan  pek çok şeyin hayatıma tesadüfen girdiği gibi, bu da şaka gibi başladı.
Asıl mesleğim ressamlık ve heykeltraşlık  .Yurt dışındaki etkinliklerimi duyuran bir medya kuruluşu,hakkımdaki haberlerin okunurluk derecesini dikkate alarak bir gün benden bayram hakkında bir yazı yazmamı istedi.
Böylece Türkhaberlerdeki yayın hayatım başladı..
Sonra bunu Akdeniz Haberci,Sözcümagazin.net ve  İstanbul haber gazetesi takip etti.
Böylece ben birden bire kendimi yazılarımı takip eden tabi ki ,bazen de eleştiren(yok okuyucularımın hakkını yemeyeyim. Bana hiç kıyamaz,katılmadıkları fikirlerime bile dünyanın en kibar üslubu ile yorum yaparlar)çoğu zaman ise yüreklendirecek yorumlar yapan bir   okuyucu kitlesinin içinde buldum.
Geniş çapta  genç bir okuyucu grubu tarafından okunduğumu görmek üzerime daha fazla bir mesuliyet yükledi.
Onlara doğru bir rol modeli olabilmek uğruna, yazıdan vazgeçemedim.
Bana hiperaktif diyorlar.
Ben ise, şimdi burada yazdığım her makalenin aslında   uykumdan ,eğlencemden,dostlarımla geçireceğim saatlerden çaldığını itiraf etmek istiyorum.

Sonuçta az uyku uyumaya alıştım.
Dostlarımsa  sonunda sitem etmekten vaz geçtiler.


Çok şükür resimlerim ,heykellerim henüz beni terk etmediler.
Onlara her döndüğümde beni yine sevgiyle kucakladılar ve kendimi istediğim gibi ifade etmeme müsade ettiler. 

Keşke daha çok vaktim olsaydı dediğim çok zamanlar oldu.
Anladım ki  ''zaman'' dünyanın en kıymetli şeyiymiş.
İşte hayatın bir yerlerinde tesadüfen köşe yazarı olup üzerime yüklenen bu misyonu sürdürmeye çalışırken bir gün aklıma onları bir blogda toplamak geldi.))..

Bu blog o yazılardan geriye dönüp toplayabildiklerimi kapsıyor. Yani bir nevi arşiv niteliğinde)))

AŞK MEŞK DEDİKÇE

Herkes fırsat buldukça aşk meşk kadın erkek ilişkileri konusunda yazıp çiziyor.
Herhalde aşk artık o kadar uzaklara düştü ki bizden ,bence onun hakkında yazarak hala var olduğunu kendimize hatırlatmaya çalışıyoruz.
Tatil köylerindeki açık büfeler için ne düşünüyorsunuz?
Onlar göz okşayıcı, ,diyetinizi bozmanıza sebep olan baştan çıkarıcı yiyeceklerle dolu değil mi?
Bu devirdeki kadın erkek ilişkilerini insanların açık büfe karşısındaki tavırlarına benzetiyorum.
Hani 5 yıldızlı otellerde veya davetlerde üzerinde bin bir çeşit yemeğin durduğu büfeler vardır ya,işte onlardan bahsediyorum..
Açık büfe dediğimiz şey,genellikle insanları zor bir imtihana sokar.
Elinizde tabakla yürürken tüm diyet kurallarına dikkat etmeye kararlısınızdır.
Süsleme sanatının daha da cazipleştirdiği  yemekleri gördüğünüz anda kendinizle savaşınız başlar.
Biraz salata ve zeytinyağlı en iyisidir.Zaten de davet geç başlamıştır, gecenin bu saatinden sonra her yediğiniz şeyin kilo olarak vücudunuza oturacağını bilirsiniz.
Sonra sosların altında ne olduğunu tam keşfedemediğiniz birkaç yemek daha gözünüze çarpar.
Evde otururken kırk yıl düşünüp aklınıza gelmeyecek ,fava, humus falan gibi birkaç sıra dışı yemekte size göz kırpmaktadır.’’Hım,börekte hiç fena gözükmüyor,şundan bir parça alıp tadına bakayım’’ diye düşünürsünüz.
O ana kadar kontrol mekanizmalarınız iyi çalışmışsa bile,tatlı bölümüne geldiğinizde ipler kopar ve siz biraz kremalı pasta,bir parça şekerpare derken , kendinizi gecenin sonunda nasıl yaptım ben bu hatayı duygularıyla baş etmeye çalışırken bulursunuz.
Sonra ne yediğinizi düşündüğünüzde aslında hiçbir şeyin tadını tam hatırlayamadığınızı fark edersiniz.
Zaten çoğunun tadı da göründüğü kadar lezzetli değildir.
Eğer oto kontrolunuz sayesinde bütün bir geceyi 2 kaşık salatayla geçiştirmeyi başardıysanız bile ,neler kaçırdım duygusuyla sağınızdaki solunuzdakilerin tabaklarını kaçamak gözlerle incelemekten kendinizi alamazsınız.


Tabi bir de hazır fırsat varken ömürlük yiyeyim deyip,hiç vicdan azabı çekmeden ortalığı silip süpürenler vardır. Tabakların biri gider,biri gelir, izlemekten yorulursunuz.
Şimdilerde kadın erkek ilişkilerinin açık büfe tadında yaşandığını görüyorum.
Tüm kadın ve erkekler masada. Hepsi makyajlarının,askılı elbiselerinin,jöleli saçlarının, havalı cep telefonlarının ve yaldızlı görüntülerinin altında saklamaya çalıştıkları duygusal yalnızlıklarıyla alıcı beklemekteler.
Karnı tok olanlar, oto kontrollüler,bazı gıdaları yememe konusunda sıkı bir diyet uygulaması gerekenler bile bir kereden ne çıkar duygusuyla değişik lezzetleri tatma derdinde.
Ortalığı silip süpüren kıtlıktan çıkmış gibi yemeklere saldıranlar ise kısa vadede midelerini bozma,doğal olarak uzun vadede de tüm yemeklerden tiksinme riskiyle karşı karşıyalar.
Herkesin gözü kendi tabağındakileri yerken bir yandan da komşunun masasında veya büfedeki henüz tadamadığı yemeklerde.
Bu yüzden hepimiz iyi bir duygusal ilişkiye hasretiz.
En mutlu olanlarımız bile ince bir çizginin üstünde yürüdüğünün bilinciyle kendini güvende hissedemiyor.
Bu yüzden çiftler arasında kıskançlık kavgaları tavan yapmış durumda.
Artık kadınlar erkeklere,erkekler de kadınlara hiç güvenmiyor.
İnsanlar tensel tatminlerde duygusal tatmin arıyor ,
biraz ondan biraz bundan derken ne olduğunu tam anlayamadıkları yemekler yiyerek gitgide kalabalıklar içinde yalnızlaşıyorlar.
Çok vakit kaybetmeden, bu dertten muzdarip olanların ihtiyaç duydukları şeyi yanlış mekanlarda aradıklarını fark etmelerini diliyorum.
Sevgi mi.. Ama aşk olsun..
Bunun cevabını hepimiz biliyoruz aslında.Galiba genetiği bozulmuş gıdalar beyinlerimizi dumura uğrattı ve unutur gibi olduk.
Arkadaşlar, o ağır ağır , tadı çıkarılarak yenecek bir yemek olup gurmeler içindir.
Açık büfelerde ve fast food restoranlarda gurmelere göre yemek pişmediğini bilmez misiniz?
(Bu yazı 2009 yılı kasım ayında Türkhaberler.net ve 2010  şubat ayında da Akdeniz Haberci sitesinde yayınlanmıştır.)



10 Ocak 2010 Pazar

Aktandan single geliyor.

http://www.turkhaberler.net/newsDetail.php?NewsID=199889

yaz yaz nereye kadar))))

Selin Melek Aktan ın çeşitli zamanlarda farklı medya kuruluşlarında çıkan köşe yazılarını bu blogda toplu halde bulabilirsiniz.

BEKLENEN TARİH 2010



Nihayet beklenen 2010 yılı geldi..Hani artık projelerdeki abuklukları duya duya neredeyse tüm heyecanımızı kaybettiğimiz İstanbul’un Avrupa’nın kültür başkenti olacağı o meşhur tarih geldi çattı.
Siz kültür başkenti olma yolunda kayda değer bir çalışma ,eskiye göre fark yaratan bir etkinlik
görüyor musunuz?

Vallahi ben göremiyorum. Dilerim yanılıyorumdur.Bu konuda haksız çıkmayı,haklı çıkmaya tercih ederim.Ülkeme değer katacak güzel bir şeyler yapılsın da,varsın ben haksız çıkayım.
Bir gün şu projeleri değerlendiren kişilerin çıkıp,şeffaf bir şekilde şu proje,şuna verildi,bu paraya falan diye yüreklice açıklamalar yapmasını bekliyorum.
Ne olup ne bittiğini ne zaman göreceğiz?
2010 geldi çattı zaten.Ellerinde ne varsa anlatsalar da biz de tüm paralar nasıl harika(!) yerlere harcandı bir öğrensek..
Her şeyi olduğu gibi bunu da harcadık.
Bir Şehrin ilk giriş kapısı neresidir yabancılar için?Tabi ki havaalanları değil mi?
Benim ömrümün %25 i seyahat etmekle geçti.Şanslıymışım ki dünyanın dörtte üçünü görme şansım oldu.Bu bana ne kazandırdı dersiniz?Öncelikle pratik bir bakış açısı ve vizyon..
Gittiğim hiçbir ülke benim ülkemden daha güzel değildi.
Ama kuşkusuz hepsi de ellerinde bir tek kozları bile olsa,bunu sonuna kadar kullanma becerisini bizden daha iyi gösteriyorlardı.
2010 projeleri konuşulmaya başladığından beri dilimde tüy bitti.
Havaalanına niye bir modern sanatlar müzesi yapmıyorsunuz diye..?
2007 yılında Peru’ ya gitmek için yolum Amsterdam ‘dan geçti.
Alanda transfer için bekleyeceğimiz 3 saatlik süreyi nasıl değerlendireceğimi düşünürken ,
KLM in uçaktaki dergisine baktığımda havaalanında bir resim müzesi olduğunu gördüm..Tabi müze deyince kimsenin aklına Topkapı müzesi gibi bir yer gelmesin.Evinizin oturma odası gibi bir şey.Ama zaten Amsterdam da Nişantaşı kadar bir şehir.Dolayısı ile oturma odası kadar müze onlara uyar.
Zaten beni etkileyen orada bir sanat müzesi olması fikriydi.
İstanbul’a Atatürk hava alanından giren bir yolcunun ilk gördüğü şey,niye Türk sanatçıların eserlerinden oluşan bir sergi olmasın?
Loungelardan pasaport kontrol noktasına varıncaya kadar olan koridorlarda yüzlerce metre boş duvar var.
Ortalarda da büyük boyutlu heykeller,gerekirse cam fanusların içinde sanat yapıtları olsa çok etkileyici olmaz mı?
Hatta ben işi daha da büyütür, o eserlerin küçük ebat baskılarını veya posterlerini free shoplarda sattırırdım.
Viyana hava alanını gördünüz mü?
Klimt’e ait ne varsa bardakların,çanakların,kutuların üzerine basılı olarak hediyelik eşya reyonlarında satılır.Böylece evinizde bir Klimt’iniz yoksa da Klimt desenli bardağınızdaki desene bakarak sanatçının ruhunu kokusunu teneffüs edebilirsiniz..
Bir ülke için bundan güzel bir tanıtım olabilir mi? Sergiyi 2 ayda bir değiştirirdim..
Ayrıca küçük bir müzede hiç fena olmazdı hani..
Müzeden satış olmaz..Ama mesela resim heykel müzesinin koleksiyonundaki eski Türk ressamlarının eserleri orada sergilenebilir,katalogları da müzeden satılabilirdi.

Şu sıralar Nişantaşı’ndaki Işık Lisesinin galerisinde’’ Batılının doğu sevdası’’adıyla Avrupalı Oryantalist ressamların resimleri sergileniyor.Başta Erol Makzume ve François Vuccino tarafından düzenlenen sergide özel koleksiyonlardan alınmış eserler sergileniyor.Her biri eski İstanbul’un bir yüzünü gösteren tarihi bir belge niteliğinde.Bu sergiye ait kataloglarında satılması iyi olurdu hava alanlarında.

Müzenin modern sanat bölümü ise İstanbul Modern sanat müzesinin devamı niteliğinde olur,bir takım eserler de orada sergilenirdi.
İstanbul hava trafiği açısından çok özel bir transit noktasında yer alıyor...Rusya’dan,Afrika’dan,Uzak doğudan Avrupa’ya giden uçaklar hep İstanbul’dan geçiyor ve yolcular genellikle 5-6 saat havaalanında beklemek zorunda kalıyor. Çoğunun bu süre içinde şehri ziyaret etmek gibi bir şansları olmuyor.Yolcuların bu süreler içinde kültür başkentinin modern sanatını ve sanatçılarını tanımaları fena mı olurdu.? Kataloglara sanatçının iletişim numaraları konurdu ve isteyen onlar ile kontak kurabilirdi.
Dünyada her zaman herkesin kazandığı projeler başarılı olur.Öyle bir şey yapmalısınız ki,katılımcı kazanmalı,orada hoşça vakit geçiren turist mutlu olmalı ve en önemlisi bunların geri dönüşüyle tüm toplum ve Türkiye kazanmalı.
Var mı elinizde böyle bir proje 2010 ajansındaki her şeyi bilen arkadaşlarım.

Öyle şeyler yapın ki, ülkemizin yüzünü ağartsın ve gerçekten diğer ülkelerle aramızda fark yaratalım..

Bugüne kadar duyduğum hangimizin cebi ne kadar dolar projelerde ben ucubelikten başka bir şey göremedim çünkü.
Hadi açıklayın şunları da,bizde bilelim nereye gitti tüm o paralar ve ne yapıldı?
Ben bu ülkede yaşıyorum,vergi ödüyorum,bu şehrin insanıyım ve bir sanatçıyım.Bu soruyu sorma hakkını da kendimde görüyorum...Şeffaflık,istediğimiz sadece bu..
Herkese mutlu, sağlıklı, kültürlü)))),bol paralı,neşeli güzel sürprizlerle dolu bir 2010 yılı diliyorum.,
Bu yazı Selin Melek Aktan 'ın 29 aralık 2009 da Sozcumagazin.net de yayınlanan köşe yazısıdır.

BAHARATLI BİR KARIŞIM





Ben her zaman daha çok sanatçımızın ülke dışındaki etkinliklerde yer alması gerektiğini savunanlardanım.
Çünkü yaşadığım deneyler bana bir sanatçının ülke tanıtımında 10 büyük elçiye bedel olduğunu gösterdi.
Sadece ses sanatçılarımız veya ressamlar heykeltıraşlarımız değil, mutfağımız,müziğimiz,edebiyatımız da Türkiye’yi tanıtabilmek, dolayısı ile turizm gelirlerimizi arttırabilmek için ortaya süreceğimiz kozlarımız.

İnsanların ancak ülkemizi ziyaret ettikleri zaman tadına varabildikleri muazzam bir mutfağımız var.
Ama ne yazık ki yurt dışında şiş kebap ve döner dışında fazla tanıtılamamış.Bir kısmını da Yunanistan sahiplenmiş.
Yunanlı arkadaşlarımı İstanbul’a geldiklerinde Nişantaşın’daki Hünkar lokantasına götürdüğümde aşina oldukları yemekleri ısmarlayıp,sonunda hepsinin burada daha lezzetli olduğunu itiraf etmişlerdi.
Çin mutfağını bütün dünya tanıyor.Japon,İtalyan ve Fransız ,Hint mutfağını da öyle..
İtalyanların meşhur spagetti makarnalarının kökeni ne dersiniz?Makarnayı bulan orta Asya’dan göç eden Türklerdir.
Niye spagetti o kadar bilinir de,mesela Türk usulü mantı son derece lokal bir tat olarak kalmıştır dünya üzerinde..
Pizzacılar varsa ,niye dünyada lahmacuncular da olmasın.?..Kendimizden olan her şeyi bu kadar küçümsemek ve tu kaka etmek zorunda mıyız?
Nişantaşı kafelerinde cafe Amerikano var,Fransız kahvesi var,espresso var da niye Türk kahvesi yok?
Bu derece bir özentiyle komik olmuyor muyuz sizce?
Belçika’dan gelen misafirim ‘’yemeğin üzerine Türk kahvesi içmek istiyorum ‘’deyince ne demeliyim sizce?
‘’Biz Avrupalı olmaya çalışıyoruz,o yüzden Avrupa ve Amerikan usulü her tür kahvemiz var ama Türk kahvesi yok mu diyeyim?
Yıllar önce bir gün Nişantaşı’ndaki Zanzibar da yemeğin yanında ayran istedim.Garson yüzüme sanki hayatındaki en büyük hakareti işitmiş gibi bakarak,
‘’Biz de ayran olmaz hanımefendi’’ dedi.Vay canına, içecekler bölümüne coca cola koymak normal,muzlu votka falan doğal,ama ayran kanımıza dokunuyor öyle mi?
Hadi düşünemediniz,’’yok ‘’demek yerine mönümüzde yok ama tabi ki ben size ayran getiririm demek bu kadar zor mudur? Alt tarafı yoğurdu suyla karıştıracaksınız.
O gün bugündür dostlarımın orada verdiği randevular haricinde Zanzibara gitmek içimden gelmiyor.Halbuki servisi de yemekleri de iyidir.Ama gıcık oldum bir kere
Tarhana çorbası bizim gelenekselimiz değil midir? Niye Şıklıkla yan yana getirilmez?
Çünkü bizdendir değil mi?Mönüde minestrone çorbası ile yan yana durunca yeteri kadar havalı olmadığını mı düşünüyorsunuz?Yapmayın ne olur.
Dünyadaki ilk toz çorba Türkler tarafından bulunmuştur.Orta Asya’dan göç eden Türklerin yollarda kolayca yemek için icat ettikleri bir şeydir.
Niye yabancı misafirlerim Türk mutfağı yemek istiyoruz deyince onları götürecek yer bulmak için bu kadar zorlanıyorum.Niçin tüm yemekleri A dan Z ye Türk yemeği olan restoran sayısı,esnaf lokantaları hariç bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az şu koca İstanbul da?

Ben tam ülkemin çocuğuyum.Ama aynı zamanda dünya ile de uyum içindeyim.
Ülkemin dışında ne var yok bilirim.İşime geleni alır uygularım,gelmeyeni uygulamam.
Ama batıdan geliyorsa ne olursa olsun iyidir diye aptal bir hayranlığım yok.Kendi ülkemin değerlerinin de son derece farkındayım.
Suşi de yerim,bulgur pilavına da bayılırım.
Tercih ettiğim pizzalar var,ama lahmacunda hiç yabana atılacak bir lezzet değildir benim yemek kültürümde.
Değişik kültürleri tanımayı sevdiğim için hayatımın bir yerlerinde benim de yolum Hindistan’dan geçti.,Hint kültürünü ve budist felsefelerini severim ama Richard Gere gibi cebimde bir guruyla dönmedim ülkeme..Çünkü burnumun dibindeki Mevlana’dan ötürü zaten bildiğim şeylerdi tüm bunlar.
Şile bezi üretimi ölüyor.İtalyan kumaşı diye ölüp biten tekstilciler niye şile bezi gibi dünyanın en sağlıklı kumaşına sahip çıkıp bunu daha geniş bir üretime çevirmiyorsunuz?
Tülbentlik kumaşlar,muhteşem doğal ve güzel..Hadi modacı arkadaşlarım,tanıtın onu dünyaya.. Tülbent bezinden yapılmış koleksiyonlar hazırlayın,hayran bırakın Dünya’yı kendinize...Taklit takipçi olmayın,kendi ülkenizin çeyiz sandığını karıştırın.
Dolçe Gabana 90 lı yıllarda İstanbul’a yaptığı ziyaretin sonunda Kapalıçarşıda’ki köylü pazarından aldığı otantik kumaşları kullanarak o sene ki koleksiyonuyla dünyayı salladı.Pazenlerimize bakın. Bundan daha güzel kumaş var mı?Avrupalı Amerikalı modacılar bunları kullanmıyor,çünkü onların ülkelerinde yok bu kumaşlar.Ama keşfetmelerine az kaldı.
Bu kumaşların değerini ancak Donna Karan keşfedip yepyeni bir akımla ortaya çıkınca mı anlayacaksınız?Yok mu içinizde bir Donna Karan.. Trendleri başlatan ,kitleleri arkasından sürükleyecek bir genç yok mu aranızda.Biraz öz güven lütfen...
Bugün dünya markası olarak gördüğünüz her firma,küçük ölçekli bir işletme olarak hayata başlamıştı unutmayın. Size hemen buyur gel demeyecekler ama kapıdan kovsalar bacadan girecek kadar çalışkan ve girişimci olacaksınız.O firmalarda öyle yapmıştı merak etmeyin.
. Haydi gençler,ümidim sizde.
Ufuklarınızı genişletin,feth edin dünyayı.Ümitsizlik yok,hayat her şekilde mücadele.
Avrupa Birliğine öyle girilmez böyle girilir derim ben olsam.
Biz kendi kültürümüzü bu kadar yok sayarken,Avrupa’nın Amerika’nın bizi yok sayması çok doğal değil mi?Önce biz bize sahip çıkalım ki,sonra başka ülkelere kendimizi kabul ettirelim.

Sakın bana şimdi Osmanlının ihtişamından falan bahsetmeyin.
Yahudi züğürtleyince eski defterleri karıştırırmış,bizimki de o hesap..
Evet bir zamanlar Viyana kapılarındaydık,doğrudur.Şimdi neredeyiz buna bakmak lazım.
Dün dündü,bugün bugündür.
Eskiden ne muhteşemdik söylemleri yerine lütfen o zamanın güzelliklerini alalım,bugünün güzellikleriyle harmanlayalım ve yeni bir güzellik olarak ortaya çıkalım.
Bir şeyi kabul etmeliyiz arkadaşlar.Biz batılı değiliz.Ama biz doğulu da değiliz.Doğu ve batı kültürleri arasında yaşayan,kendine has kimliği olan bir milletiz.
Peki bu kötü bir şey mi?
Tabi ki değil.Bu karışım eğer doğru kullanmasını bilirsek,baharatlı egzotik bir tat verir bize ki,bu da ülkemizi yabancı dilde unique dedikleri,özgün yani tek yapar.
Globalleşen dünyada özgünlük artık yükselen bir değerdir.
Doğulular tembel ama insancıldırlar.
Batılılar çalışkan,dakik,sadık etik değerler konusunda ilkeli,ama duygu dünyalarını göstermekte daha az yetenekli insanlardır.
Peki biz niye her ikisinin de en kötü taraflarını almışız?Niye doğulular gibi tembel,aynı zamanda batılılar gibi de duyarsız gözükmeye çalışıyoruz?
Niye doğulular gibi sıcacık,ama batılılar gibi, çalışkan,sözüne sadık,dakik,dürüst olmak için çalışmıyoruz.?
Muhteşem bir tatta olmaz mıyız o zaman.?
Bu yazı Selin Melek Aktan'ın 5 ocak 2010 da Sozcumagazin.net de yayınlanan köşe yazısıdır.
http://www.sozcumagazin.net/haberdetay.asp?ID=4604