24 Aralık 2011 Cumartesi

DOĞANIN GÜLÜMSEDİĞİ YER MALDİVLER

http://www.akdenizhaberci.com/yazi-1408-doganin-gulumsedigi-yer-maldivler.html

         İşten, güçten, toplantılardan, karanlık havalardan sıkılıp ,kendinizi herşeyden bıkkın hissettiğinizde bence yapılacak en güzel şey,farklı bir iklime ve ortama uçuvermek.
          İtiraf ediyorum ben hayatım boyunca tüm zor zamanlarımı böyle atlattım. Farklı nedenlerle moral olarak dibe vurmaların  üstesinden hep biryerlere kaçarak,tanımadığım bir ülkede tanımadığım insanların  arasına karışarak  geldim. Bu sayede de pek çok farklı ülke görmüş oldum.
           Geçenlerde  stres katsayım  tehlike sinyalleri vermeye başlayınca bir cuma günü  akşam üzeri  kendimi seyahat acentasının önünde buldum.Paydos saatine onbeş dakika kalmış,herkes hafta sonu mooduna geçmişken,içeriye dalıp  ’’beni en kısa zamanda deniz,güneş kum olan nereye uçuracaksınız?’’diyerek oradakileri girdikleri rehavetten çıkarıverdim.
-Bankong?Iııh,ya Japonya’daki  nükleer  tehlike oraya gelirse?
Rüzgar o tarafa doğru esmiyormuş ama olsun ya yön değiştirirse?
-Fildişi Sahilleri?Yok istemem,orası çok kalabalıktır şimdi))
-Maldiveler?Oraya 1988 yılında gitmiştim.Çok değişmişmidir acaba?
-Ama biz sizi küçücük bir adaya yollayacağız.Bakın burada kalacaksınız.
Hımm,denizin üzerinde tahta sütunlarla ayakta duran ahşap kulübeler.
Evet eskiden bunlar yoktu.Anlaşılan adalar turistler tarafından istila edilip  yer azaldıkça,alanı genişletmek için çareyi denizin üzerine evler yapmakta bulmuşlar.
-Ya yağmurluysa ?Hayır ,şu ara yağmur yok.
Sonunda beni   Maldivlere uçma konusunda  ikna ediyorlar.
Ertesi gün koltuğumun altında  kitaplarım,çantamda bikinilerim,ve kucağımda her ihtimale karşılık   yinede yanımdan ayıramadığım laptopumla   Emirates’in uçağında yerimi aldım.
Emirates havayollarının en sevdiğim tarafı, kulaklık çantasının içinden çıkan stickerlar.
’’Uyuyorum rahatsız etmeyin’’  ‘’Yemek servisinde uyandırın’’  ‘’ Dutty free  satışında uyandırın’’
Benimki yemek servisi sırasında uyandırın stickerı..
Onu koltuğumun arkasına yapıştırıyorum.
Uçağa bindiği andan itibaren  aç kalacağı  korkusuyla,en berbat yemekleri bile silip süpürme alışkanlığında  olan ben;  artık yemek sırasında beni pass geçecekleri endişesi taşımadan  rahat rahat uyuyabilirim))
4 saat sonra Dubaideyim..
Koltuğumda virgül şeklini almam uzun sürmüyor.
Dubai havaalanını severim.Genelde uzakdoğu uçuşlarının çoğunda orada  aktarma yaptığım için aşina olduğum bir havaalanı.
Biraz alışveriş yaparım diye ummuştum ama 2 saat bağlantı süresinde ancak bir uçaktan diğerine yürüyebildim.
Bence böylesi daha iyi oldu. Alışveriş edip edip sonrada,evim fazlalıklardan yıkıldığı için ‘’ne gerek vardı şimdi  birde bunlara’’ diye hayıflanmak  tam bana göre bir durum çünkü.
.
İstanbul Dubai arası, uçağımızın yarıyarıya boş olması bana rahat bir yolculuk imkanı vermişti.
Maldive uçağının ise tam tersi  tıklım tıklım olduğunu görüyorum.
İstanbuldan havalanından itibaren, toplam 12 saatlik bir uçuştan sonra, nihayet adaya iniyoruz.
Maldiveler mercan atollerinin üzerine kurulmuş yüzlerce adadan oluşuyor.Nitekim uçağımızın indiği Male havalanı da böyle bir adanın üzerinde.
Ben dünyanın bana göre doğusunu,Avrupa’dan daha çok  seviyorum.
İnsanların renkleri,yemeklerin kokusu daha farklı ve sürprizli oralarda.
En üzüldüğüm şey globalleşmeyle birlikte dünyanın renklerinin gitgide azalması ve aynılaşması..
Jamaicaya gidip Hint malı görmeyi,Karaiblerde bir dükkana girip Çin  tapınaklarının bibloları  ile karşılaşmak pek hoşuma gitmiyor doğrusu.
Herşey iyice birbirine benzemeden tüm o değişik tad ve kokuları yerinde tatmam gerekiyor diye düşünüyorum.
Havaalanının çıkışında bizi küçük bir tekne bekliyor.
Buz mavisi  çırpıntılı bir denizin üzerinde gümüşi pırıltılar dansederken , masmavi gökyüzüne bakıyor ve kendi kaçışımı kutluyorum.
Yanımızda yüzen oyuncu yunus yavrularını seyrede seyrede minik adamıza  geliyoruz.
Geçen defa olduğu gibi bu defa da Fransız tatil köyü Club Med’in adasında kalıyorum.
Ama onlar benim ilk Maldive seferimden bu yana üç ada değiştirmişler.Benim o zamanlar gördüğüm Faru ilk adalarıymış.
Adadaki tek türk misafir benim.
Buna sevinmem mi gerek bilemiyorum.
Kendi ülkemin vatandaşlarından sıkılmıyorum tabi ki.
(Tamam peki, bu defa ortamımı tamamen değiştirmek istediğim için  tatil köyündeki tek türk  oluşuma   biraz sevindiğimi itiraf ediyorum.) Bir hafta boyunca tek kelime türkçe duymadan yaşayıp bir nevi ıssız adada gibi olacağım diye düşünürken,tatil köyünün şefi,’’Merhaba,hoşgeldiniz’’deyiveriyor.
Amerika’lı şef,6 ay kadar Palmiye Club Med’de çalıştığını,bu yüzden 3-5 kelime türkçe bildiğini  söyleyerek  şaşkınlığımı geçiriyor.
Diğer personel daha çok farklı ülkerlerden gelmiş uzak doğululardan oluşuyor.
Şanslıyım,palmiyelerin altında püfür püfür tatlı bir meltemin estiği ,cildinize vuran güneş ışınlarının sizi bunaltmadığı süper bir hava ile karşılaşıyorum.
Maldiveler müslüman bir ülke.
Tek geçim kaynakları turizm ve  balıkçılık..Halkı esmer ufak tefek son derece sevimli  ve misafirperver insanlar.
Bu arada hepsi istisnasız bana ‘’kocan nerde ?’’diye sordular.
Bazen insan yalnız kalmaya da ihtiyaç duyar diyemedim.
Müslüman bir kadının  yapayalnız adaya düşmesi pek alışılagelmiş bir şey değil anlaşılan))
Yemekleri doğal olarak çoğunlukla  deniz mahsülleri ağırlıklı.
Ananas ve mango ise meyvelerinin  vazgeçilmezleri.
Buraya gelenler için en büyük sportif aktivite önce dalmak,sonra da yelken yapmak..
Yıllar önce bende dalma dersleri almıştım.Yaşım ilerledikçe canım çok kıymetli oldu galiba))
Artık sadece  snorkelle dalmayı tercih ediyorum.
Maldivelerde denizin içindeki rengarenk balıkları izlemek büyük bir keyif..İnsan kendisini kocaman bir akvaryumun içinde  yüzer gibi hissediyor.Onlarla bir arada yüzerken kendiminde bir  zamanlar bir balık olduğumu düşünmeye bayılıyorum .

Ben bir ara kendimi kıyıya vuran mercan parçalarını toplamaya veriyorum.

Malum serde sanatçılık var.
Cam kırığından mercan parçasına,çakıl taşına  kadar herşey, bizim için eserlerimizde kullanacağımız bir malzeme olabilir.Ne kadar sıradışı,o kadar iyi.

Bu arada eski bir anıma değinmeden geçemeyeceğim.
Ne alaka diyeceksiniz ama yıllar önce sevgili arkadaşım heykeltraş Maria Kılıçlıoğlu Baraz ile Nişantaşında yürüyoruz.Tam Stefanel’in olduğu köşe başına gelince içi patlamış havalı cam parçaları ile dolu kutular gördük.İkimizinde aynı anda yolda pırlanta bulmuş gibi nasıl büyük bir heyecanla o kutuların başına çöktüğünü unutamıyorum.En büyük korkumuz birilerinin bizden önce o kutulara ve içindeki top top kırılmış cam parçacıklarına el koyması. Kesinlikle onları oradan kaldırıp götürmemiz lazım.Allahtan atölyem 200 metre ilerde..Köşedeki simitçinin hayret dolu bakışları içinde kapıcıya telefon ediyor ve adeta uçarak  gelmesini istiyoruz. Biliyorum,yoldan geçenler için,Nişantaşı’nın  orta yerinde biri sarışın biri esmer süslü püslü iki hanımın yerlere eğilmiş  kutu karıştırmaları pek alışılagelmiş bir manzara değil. Ama biz iki sanatçı,o gün heykellerimizde kullanabileceğimiz harika malzemeler bulmanın heyecanıyla çocuklar gibi şendik.
Bembeyaz kumsallarda,  irili ufaklı mercan parçalarını toplarken de  o günü hatırlıyor ve mercanlarla  yapacağım heykel veya resimlerin hayaliyle gülümsüyorum.
Kaldığım yer minicik bir ada zaten, etrafını dönmek ancak 15 dakika falan sürüyor.
Deniz  o kadar sığki,bazen denizin içinde yürüyorum. Bazen de bir adadan diğerine yüzerek gidiyorum.
Sakin bir adada ,kendimle baş başa kalarak dağılan  parçalarımı toplamak beni inanılmaz mutlu kılıyor.
Mavi turkuaz bir deniz, rengarenk balıklar,incecik bir kum,harika yemekler, palmiye altı güneşlenmeler ile geçen bir tatil hayal ediyor ve doğa ile bütünleşmek istiyorsanız,işte orada  Maldive adaları kollarını açmış  sizi bekliyor. Farklı döneceğinize eminim.
Herkese güneşli güzel,hepimize neşe getiren  bir mayıs ayı  diliyorum.

 Selin Melek Aktan'ın  bu yazısı  27 mayıs 2011 de Akdeniz Habercide yayınlanmıştır.

İNSAN OLMA HALLERİ

http://www.akdenizhaberci.com/yazi-1845-insan-olma-halleri.html

Önce  doğudaki terör olayları sonra Van depremi derken milletçe zor günler geçiriyoruz..
Beterin beteri var dedikleri bu olsa gerek...
Hayat insanların karşısına farklı imtihanlar çıkarıyor.

Sanırım bugünlerde hep birlikte sabrın,sükunetin,yardımlaşmanın,insan olma bilincini hatırlamanın sınavını veriyoruz.

Yine de her şerde bir hayır vardır diyelim. 
Türkiye’nin Van depremiyle birlikte yardımlaşma ve tek vücut olma konusunda önüne konan sınavdan galip çıktığını düşünüyorum.
Depremin olduğu günün gecesi facebookdaki sayfamdan yardım  kuruluşlarının irtibat adreslerini paylaşırken Mehmetçikler orada öldü diyen birkaç ses yükseldi.

Neyseki birkaç gece sonra toplanan bağışlar ve uzanan yardım elleri toplumun her kesiminin aynı fikirde olmadığını gösterdi de hala bir ülke ve bir millet olduğumuzu ,zor günlerde nasıl kenetlendiğimizi gördük.

Ama azınlık bile olsa farklı düşünenlere söylenecek birkaç sözüm var))

Türkiye’nin dört bir tarafına dağılmış kürt vatandaşlarla PKK  yı aynı kefeye koyma eğilimi sizce doğru bir şey mi?

Dağdaki ile şehirdekini karıştıranlara şu soruyu sormak istiyorum;
Bu ülkede askerlik mecburi midir? Mecburidir.
Kürt kökenli kişiler askere alınıyor mu?Alınıyor.
Eee her kürt bir PKK militanıysa bu kürt gençlerinin askerde ne işi var?
Mehmetçik dediğimiz zaman tüm ordu mensuplarının türk olduğunu,kürt çocuklarının askerlik yapmadığını mı varsayıyoruz?
Şehit cenazelerinin kaldırıldığı gün Eminönü’nden arabasına bindiğim taksi şöförü,  radyo haberlerini dinlerken,içini çekti ve
’’Benim ağabeyim de 1990 da askerde şehit düştü.Acısı hala dinmedi ‘’dedi .Şimdi de 2 oğlum askerde.Biri Gölcükte ,zorla yazıldı askere. Diğeri Mardin sınır karakolunda,yemekleri bile helikopterle geliyor.45 gün sonra terhis olacak ya,
sağ salim gelecek mi  diye inanın gözüme uyku girmiyor ‘’diyerek elinin tersi ile  nemli gözlerini sildi.
Aksanı ilginç geldiği için;
Nerelisin amca?’’  diye sormak geldi içimden.
‘’Siirt’liyim ama 30 yıldır İstanbul’da yaşıyorum ‘’diye cevap verdi.
‘’Kürt müsün? ‘’diye sordum?
.’’Evet,kürdüz.‘’dedi.
 ‘’PKK için ne diyorsun? ‘’deyince,
’’Ne diyeyim kardaşım teröriz onlar ‘’diyerek konuşmasına devam etti.

Ee ne olacak şimdi?
Sınır boylarında nöbet tutan o çocuk kürt kökenli diye Mehmetçik olmuyor mu şimdi?
O çocukta ülkemizi korumak için orada değil mi?
PKK ile dövüşürken veya o karakol basıldığında vurulursa şehit olmayacak mı?

Sen kürtsün ,yanlışlıkla askere alındın diyecek ve onun   cenazesini albayraklara sarmayacak mıyız?

Türkler ve kürtler toplumun her kesiminde iç içe girmiş durumdalar.  Mahallenizdeki bakkal,belki kapıcınız,belki hergün Mercedesi ile işe giden holding sahibi tanıdığınız kürt olabilir. 
Ekmek parasını kazanmak için 18 saat direksiyon sallayan şöföre, yanında binlerce işçi çalıştıran ve istihdam sağlayan holding sahibine, çoluk çocuğunu okutabilmek uğruna memleketinden göç etmiş köşedeki  lokantacıya da mı PKK mensubu muamelesi çekeceğiz?
Veya biraz önce verdiğim örnekte olduğu gibi onların çocuklarını askere almayacak mıyız?

Hem bu  topraklar bizim ve üzerinde yaşayan tüm insanlar  bizim yurttaşımız deyip,hem herkesten köküne soyuna sopuna bakmadan vergi  alacak , belirli bir yaşa gelen her türk gencine  askerlik yaptırıp, hem de başlarına bir felaket geldiğinde  siz bizden değilsiniz başınızın çaresine bakın mı diyeceğiz? 
 Bu yüzden  yardım çağrısı yaptığımda bana şüpheyle bakanları bir kere daha düşünmeye davet ediyorum.
Bu evrendeki  en üst kimlik insan olma kimliğidir.
Diğer sözüm de dağdakilere,;
Amerika’nın ve İsrail’in bugüne kadar kendilerinden başka kimseye dost olduğu görülmemiştir. 
Bir ülkeyi güçsüz düşürmenin en kısa yolu oradaki insanları biribirine kırdırmaktır.
 Bu birazcık aklı olan herkesin apaçık görebileceği bir taktiktir ve Amerika  bunu hep yapmıştır.
Bugün düşman bellediği Afganistan’ı yıllar önce Rusya’nın hakkından gelmek için besleyen onlar değil miydi?
İran’a karşı bir zamanlar en kadim dostu sonradan canına okuduğu Irak ve yakalayıp öldürdüğü Saddam  değil miydi?
Amerika el altından önce besler,sonra  vakti saati geldiğinde beslediği eli keser atar.
Silah tüccarları paraları ceblerine doldurur,gelişmiş savaş teknolojileri olan ülkeler,uçaktı,mühimmat dı,bizlere ve sizlere satarak yolunu bulur.
Savaşın bitmesi  ve bölgedeki huzur zaten hiç işlerine gelmez.
Dağdakiler ölür,şehirdekiler  acı çeker,şehit cenazeleri sıra sıra dizilir,ama sonunda kazanan sadece ve sadece başka ülkeler olur.
Haklarını koruduğunu düşündüğünüz kürtlerinde ne imama ne de papaza yaranamayan bir durumda iki arada bir derede kaldıklarını ve pek çoğunun bu yüzden hak etmedikleri muamelelere maruz kaldığını da lütfen  unutmayın.
Bu dünyada yaşayan her varlık,varoluş zincirinin bir parçasıdır.
Yok mu  yaşama saygı? Şehitsiz,cenazesiz, insan olma bilinci içinde sevgi dolu bir hayat yaşamak bu kadar zor mu ?
Selin Melek Aktan'ın bu köşe yazısı 28 ekim 2011 tarihinde Akdeniz Habercide yayınlanmıştır.

Biz bu kadar zengin miyiz?


Uzun zamandır sizlerle paylaşmak istediğim bir konu Van Depremi ile birlikte tekrar aklıma geldi.
Yardım konusunda yapılan duyurularda birkaç aklı evvelin  depremzedelere kullanılmamış giyim eşyası yollanmasını rica etmesi dikkatimi çekti.

Londra’da yaşayan ingiliz bir arkadaşım yıllar önce bir süreliğine  bana kalmaya gelmişti.O zamanşar Abdi ipekçi caddesinde küçücük kutu gibi stüdyo bir dairede yaşıyorum.Evde çamaşr makinesi koyacak yer olmadığından tüm kirli çamaşırları kapıcı İsmail efendinin hanımı alıp yıkıyor,kurutuyor ve  ütüleyip geri getiriyordu.

Benimkilerle birlikte arkadaşımın çamaşırlarını da aldı ve iki gün sonra yığın halinde getirdi.Bizim  ingilizde bir tuhaflık var.Bir süre sonra çocukcağız çekine çekine,eşyalarının bir kısmının geri gelmediğini söyledi.Doğrusu biraz alındım  ve hemen itiraz ettim.Gerçekten de Fatma hanımın o güne kadar kimsenin bir şeyini aldığını görmemiştim.
Çağırdık Fatma hanımı,sorduk soruşturduk
Sonunda anlaşıldı ki,Fatma hanım o eşyaları  benim giymediğim için onlara verdiğim  giysiler sanmış ve beğenmediği için Bodrumda kazan dairesine atmış.İsmail efendi de onları bir güzel  kalorifer kazanında yakıvermiş..

Çocukcağız dövünüyor,’’Benim eşyalarımı nasıl kazanda yakar,onlar eski değildi ki,en sevdiğim giysilerdi’’ ‘diye..
Şaşkınlık içinde;
‘’Siz herşeyi böyle atıp yakıyor musunuz,?Ben hep ağabeyimin küçülmüş giysileri ile büyüdüm.
Benden sonra da birçoğunu kardeşim giyerdi ‘’dedi. Londra’nın gayet güzel bir semtinde refah içinde yaşayan bir ailenin çocuğuydu oysaki.
Zaten Londra’da ve Avrupa’nın pek çok ülkesinde bu konuda  organize olmuş dükkanlar vardır.
Kullanmadığınız eşyaları götürür verirsiniz, onlar da satarlar ve geliri ile yetim çocukları okuturlar.
Benim de dünyanın her tarafında gezmekten büyük keyif aldığım dükkanlardır bunlar.
Buralarda sıradan kıyafetlerin yanısıra ,aralara sıkışmış inanılmaz ilginçlikte  giysilerle karşılaşırsınız.
Hoş bazen kuru temizleme için ödediğiniz para ,o giysiyi almak için ödediğiniz rakkamdan daha çok olur .
Ama ilginç bir elbise keşfetmiş olmanın mutluluğu buna değer.  Vintage denen dönem kıyafetleri satan dükkanlarda en çok buralardan beslenirler.
Amerika’da kullanmadığınız giysiler için , kiliselerin  bahçesinde büyük konteynırlar vardır.
Hatta bazen ,tişort,pantolon, çocuk giysisi falan gibi farklı türde elbiseler  için farklı kutular koyarlar ki,alacak olan insanlar aradıklarını daha kolay bulsunlar.

Ayrıca süpermarketlerin park yerlerinde de aynı şekilde giysi bağış kutuları vardır.
Arkadaşlarımla gardroplarımızı temizlerken elbise değiş tokuşu yapmaya bayılırız ve bundan  da hiç  gocunmayız.

Bu yaz evimi ve atölyemi tadilata sokunca sıkı bir gardrop temizliğine kalkıştım. 
Yurt dışından yeğenlerime aldığım,ben hediye edene kadar ayakları büyüdüğü için hiç giyilemeden kenarda kalakalmış ayakkabılar mı istersiniz, arkadaşlarımın doğum günlerimde  yılbaşlarında  hediye ettiği üzerime olmayan etiketi bile düşmemiş  kıyafetler mi?Bir iki kere giyip kenara koyduğum giysiler falan derken evden çuvallarca şey atmam gerekti. 

 Boyacılara gösteriyorum,biliyorum ki küçük çocukları var.Hiç ilgilenmiyorlar.Kapıcıya gösteriyorum.Yüzüne bile bakmıyor.
Geçen yıl temizlik işlerine gelen yardımcımın , dar gelmeye başladığı  için istemeye istemeye vedalaştığım bir tişörtümü , yer bezi olarak kullandığını  gördüğümden beri içim bir kırık.
Sonunda anladım ki bizim milletimiz yepyeni bile olsa birisinin birşeyini giymeyi ayıp buluyor ve bunu kompleks yapıyor.Herkeste bir fakirlik kompleksi.

Sonunda bu çuvalları hasbelkader karıştıran  komşumun Amerika’da 2 üniversite bitirmiş,bir holdingde yönetici asistanlığı yapan güzel kızı keşfetti de ve ‘’hiii,’aşkolsun Selin Hanım ,yoksa bunları bana göstermeden birilerine mi verecektiniz?Ömür boyu konuşmazdım sizinle vallahi ‘’diyerek, hepsine el koydu da ben de kime vereceğim bunları diye düşünmekten kurtuldum.

Geçtiğimiz günlerde de,bir sabah bir uyandım ki,Teşvikiye’deki Işık Lisesinin arka kapısında bir gürültü. Yepyeni beyaz kütüphane raflarını ve dolapları dışarı çıkarmışlar,kapının önüne yığmışlar. Belediye’nin  bir adamı da  (herhalde moloz olarak daha rahat kaldırılsın diye,)almış baltayı eline hepsini  kırıyor.
4.Katın penceresinden bakarken içim acıdı.Anadolu daki okulları düşündüm.Orası bir vakıf okulu,belli ki ekonomik sıkıntıları yok.Ama köylerde o dolaplara, o kütüphanelere iihtiyacı olan ne kadar okul var kimbilir?
Niye böyle bir milletiz biz? O dolaplar ihtiyacı olan okullara yollanamaz mıydı? Mecbur muyuz birşeyleri hemen kırıp döküp atmaya?


Lütfen arkadaşlar,biraz sorumlu ve bilinçli tüketici olalım.
Netice de biz yukarıda saydığım ülkelerden zengin olmadığımız gibi aksine bir de onlardan borç alıyor,bu borçlar içinde deli gibi faiz ödüyoruz.

Geçenlerde okuduğum bir haber site haberi  çok hoşuma gitti. Matkap,çim biçme makinesi gibi her dakika lazım olmayan  şeyleri satın almadan ortaklaşa kullanmak için kurulmuş bir web sitesi. Tabi ki Türkiye’de değil,yurt dışında.
Malum biz çok zengin bir ülkeyiz, hiç ödünç almak olur mu? Ya gider parayı bastırır alırız,ya da hiç kullanmamayı tercih ederiz.
Bırakalım bu komplekleri lütfen)) Devir tasarruf devri.Hatta ben birgün herşeyin takasla alınıp satılacağı  bir dünya istiyorum.Bıktım kağıt paralardan ve kartlardan..

 Selin Melek Aktan'ın bu yazısı 20kasım 2011 de Akdeniz Habercide yayınlanmıştır.

Zihni sinir öneriler


Yıllardır  kadına şiddet konusu tartışıyor ve bu konuda kadınlarımızı bilinçlendirmeye çalışıyoruz.
Tabi ki bu olaylara  bir son vermek için  yapılacak ilk şeyin kadınları bu konuda  bilinçlendirmek olduğu düşünülüyor.
Amaç şiddet uygulanan kişinin buna razı olup oturmaması ve kanuni haklarını araması.Mor çatı falan gibi
kadın sığınma evlerinin kurulması bu yüzden..
Sanıyoruz ki kadınlar kanuni haklarını bilmedikleri için dayağa köteğe razı olup oturuyorlar.Eğer okusalar ,elleri ekmek tutsa, kendi ayaklarının üzerinde dursalar bu olayları önleyebilecekler.
Gerçek şu ki, çoluk çocuğa karışmış fakir fıkara kadınlar gidecek yerleri olmadığı için şiddet  karşısında sessiz kalırken,üniversite mezunu veya toplum içinde yer sahibi kadınlarda utanç nedeniyle ses çıkaramıyorlar.
Kadınlarımızı şiiddetten korumak için onları eğiteceğimize erkeklerimizi eğitsek daha doğru olmaz mı sizce..
Açıkçası bu eğitimle de değil,tedavi ile olacak birşey..

Öfke kontrolu yapamamak ve  hoşumuza gitmeyen olaylar karşısında şiddete başvumak, bipolar kişilikten sadizme,veya psikopatlığa kadar uzanan geniş bir yelpaze içinde  incelenmesi gereken  bir ruh hastalığıdır.

Şiddet uygulayanlara karşı cezaların  arttırılması kuşkusuz iyi bir şey.Ama bence daha iyi bir çözüm  o kişileri  tedavi altına almak olmalı.
Psikopat kişiler fazla plan yapamaz daha çok spontane hareket ederler. Ayrıca onların dünyasında hapse girip çıkmak çok önemli değildir.Hatta pek çoğu,askerlik hikayesi gibi hapishane anılarını anlatmaktan zevk alırlar.

Hapise giren bu tip insanlara sürekli ruhsal tedavi uygulanması gerekir.Yoksa cezaları dolar dolmaz yine aynı kadının kapısına dayanacak,ya da gidip başka insanların başına bela olacaklardır.
Şiddet uygulayanlar muhakkak devlet tarafından  ruhsal olarak tedaviye tabi tutulmalıdırlar.



Ayrıca ‘’Askerlik yan gelip yatma yeri değil’’  diyen Başbakan Erdoğan ın  bu sözü bundan böyle  ‘’Hapishaneler yan gelip yatma yeri değildir’’ diyerek değiştirmesini istiyorum..
Gerçekten niye hapise giren insanlar oralarda boş boş oturuyorlar?
Kendimizi besleyecek paramız yokken ,
mecbur muyuz biz vergilerimizle topluma şu veya bu şekilde zarar vermiş ve ceza almış kişileri beslemeye.

Onlara hem ruhsal tedavi şart olsun, hem de okumak ve çalışmak.
Vallahi iş sadece hapse atılmakla bitmesin.Orada farklı alanlarda da imtahanları devam etsin.Hem eğitilsinler,hem de işe yarasınlar.

Adalet bakanlığı ve sanayi bakanlığı bence kafa kafaya verip bu olaya bir çözüm bulsunlar.
Mesela hapse giren kişileri nasıl istihdam edeceklerini,onları artık yol inşaatında mı çalıştıracaklar, onlara kutu yapmayı mı öğretecekler, birşeyler   dokumayı mı,her ne ise bir işlerde çalıştırmayı düşünsünler.
İstemiyorum ben o suçluları hiçbir verim almadan boş boş beslemeyi..
Bu arada kimsenin aklına işsiz insanların sırf iş bulabilmek için suç işleyip hapse girmek isteyecekleri gelmesin.
Yok öyle yağma..
Tabi çalışacaklar ama  öyle cep harçlığı gibi üste para falan  almayacaklar. Yani bedava işçi olacaklar.
Bakın Çin’in ürettikleri mallarla  bütün dünyayı istila etmelerin altında  ucuz iş gücü yatıyor.
Bence biz de bu ucuz iş gücü olarak hapiste yan gelip yatanları kullanalım.
Dizaynırlar oturup biraz kafa patlatsınlar.
El emeği göz nuru fazla olan ve fabrikasyon üretilemeyecek şalmış,ayakkabıymış,terlikmiş falan bir takım kreasyonlar yapsınlar.
Hapishanedekiler de otursunlar,bunları üretime geçirsinler.
Ya da biz de Amerika ‘daki gibi onları tuvalet temizliğinde,yol inşaaatında falan kullanalım,devlet binalarını falan  onlar boyasınlar,battaniye dokusunlar,örgü örsünler.
Avrupaya ihraç edelim o battaniyeleri,el işi kaşkolları.
Bence bir de kadına şiddet uygulayan erkeklerin görünür bir yerine bir dövme yapalım.
Üzerinde ‘’şiddetden hüküm giydim’’ yazsın,bizde onların kim olduğunu bilelim..
Bu son öneri biraz uçuk oldu gibi ama neden olmasın?
Sabıkaları mahkeme kayıtllarına geçiyorsa,bence beden kayıtlarına da geçsin.
Şu mahkumları çalıştırarak  üretim verimini arttırma fikrime siz ne diyorsunuz?



 Bu yazı 4 aralık 2011 tarihinde Akdeniz habercide yayılanmıştır.








Yeni yıl üzerine bir köşe yazısı))

http://sozcumagazin.com/kose-yazisi-yeni-yil-t194.html


Yılbaşı geliyor.  Her sene bıkmadan usanmadan gelecek  yılın bir öncekinden daha mükemmel olacağı ümidiyle  yeni yıla neşe içinde girme  hazırlıkları yapıyoruz.

Herkes biribirine ‘’yılbaşında ne yapıyorsun?’’ diye sormaya başladı bile.

Hayatımın bir döneminde  bu soru en nefret ettiğim sorulardan  biriydi.
Hani insanın kendini ille de özel bir şey yapma mecburiyetinde hissettiği yaşlar   vardır.

Yılbaşı yaklaştıkça  o gece ya bir programım olmassa diye paniğine kapılırsınız.

‘’Daha bir karar vermedim’’ falan derken tuhaf bir ruh hali içine girersiniz.

Ben çok şükür  o günleri artık geride bıraktım. Şimdilerde henüz hiçbir program yapmadım demek  daha çok hoşuma gidiyor.



80 li yıllarda yılbaşılarını hep Uludağ’da kutlardık.Yurt dışına çıkmaların yasak olduğu ve kışlarımızın en büyük  eğlencesinin  dağa çıkmak  olduğu yıllar.

Uludağ o zamanlar Türkiye’nin tek kayak merkezi olduğu için  tüm programlarımızı buna göre yapardık.
Yılbaşı yaklaşırken  en büyük endişemiz aralık sonunda dağda  kar olacak mı,olacaksa kaç cm olacak ve kayak yapılacak mı olurdu.

Sonra başka kayak merkezleri açıldı,yurt dışı kayak turları başladı.Kışın sıcak yerlere uçma modası da buna eklenince dağın tadı iyice kaçtı.

Geçmiş yıllarıma  baktığımda en çok yılbaşı kutlamasını dağda yaptığımı görüyorum.

Bu arada yılbaşı turlarıyla yurt dışına giden dostlarınız varsa,’’onlar gidiyor,ben gidemiyorum’’ diye hiç hayıflanmayın.Tatil anlamında hoş olabilir ama 31 aralık gecesinden fazla birşey beklemeyin derim ben.

Neden derseniz,Londra,Paris,Sicilya gibi Avrupa ‘nın çeşitli yerlerinde girdiğim yılbaşılar oldu.

Hiçbirinin  öyle özel bir  anısı falan yok...
Biz türk  milleti alışverişi severiz. Genelde son dakikaya kadar bakılacak,alınacak bir yığın şey buluruz.

Benim bu farklı ülkelerde kutladığım yılbaşılarda da,bütün gün o mağaza bu mağaza dolaşmışız,akşam da adet yerini bulsun diye bir restoranda yer ayırtıp ‘’aman da aman ‘’diyerek yemek yemişiz ki, ben zaten bu restoranda yılbaşı geçirme işini oldum olası hiç sevmem.

Dubai de geçirdiğim bir yılbaşı var ki, bence bu da yanlış bir seçimdi..Çünkü bu tarz Arap ülkelerinde  yılbaşılar sokaklara çıkmış çılgın insanlarla kutlanmadığından,otelimizin restoranın da sağdan soldan kafamıza çarpan balonlarla uslu uslu yemeğimizi yediğimizi anımsıyorum.



Kişisel tarihimde bir de ,yazlık yerlerde girilen  yeni yıllar var ki,gerçekte  bu tarz tatil bölgelerindeki hava durumunun  insanı bir  türlü  yeni yıl  havasına sokamadığını düşünürüm.

Zaten buralara gitmek için upuzun uçak yolculukları yapıyorsunuz.Üzerine bir de saat farklılıkları eklenince kendinize gelmeniz biraz zaman alıyor.

Farklı yıllarda Bankong,Sanfrancisco,Singapur,Endonezya’da Bali adasında ve Jamaica’da geçirdiğim yılbaşılarının hiç birini doğru dürüst hatırlayamıyorum.

İzi bile kalmamış yani..

Bazen   üzerinde Noel babayı Ren geyikli kızakların taşıdığı resimler olan ,minik  yaldız tozlarının ellerimize bulaştığı eski tip tebrik kartlarını özlüyorum.

Çocukluğumuzdan itibaren  kış ile  yılbaşılarını bir arada düşünme  şartlanmasıyla büyüdüğümüz için  olsa gerek,bikinimi giyip  güneşlendiğim tropikal bölgelerde geçirdiğim yılbaşı geceleri beni hiç etkilemiyor.

 Plajdan gelip yılbaşı balosuna gitmek inanın insanı hiç yeni yıl havasına  sokmuyor.

Sadece bir keresinde Jamaica’da bir yılbaşı günü plajda beyaz çiçeklerle süslü bir takın altında  genç bir çiftin mini bir törenle evlendiğini görmüş ve çok özenmiştim.

Elinde son derece güzel bir buket tutan gelinin ayakları çıplaktı. Smokini içindeki yakışıklı damat da aynı şekilde ayakkabı giymemişti  ve ikisinin uçsuz bucaksız bir kumsalda,orada öylece ayakta dikilip okyanusa bakarak evlilik sözü vermeleri  bana çok ilginç gelmişti.

Sonradan Amerika’dan buraya 3-4 günlük paketlerle özel evlilik turları yapıldığını öğrendim.

 İşin komiği yanımda yıllarca bıkıp usanmadan bana evlenme teklif eden sevgilim vardı.Ona ‘’evlilik korkum olduğunu, ama bana bu şekilde evlilik teklif etmiş olsaydı kabul edeceğimi ‘’söyledim.
Tabi bu arada ülkemize dönünce evliliğimizi kendi resmi kurumlarımıza bildirmemiz gerektiğini
,eğer bunu yapmazsak evli sayılmayacağımızı da öğrenmiştim.
İtiraf ediyorum aslında aklımda şu cinlik vardı;Şu çok bayıldığım  çıplak ayaklı kontes şeklinde kumlara basarak gelinliğinin duvağını uçuran kız gibi ben de gelin olacak,sonra da bunu kaydettirmeyerek bekarlığa dönüş yapacaktım. Böylece  Jamaica’da gayri resmi bir şeklde evlenerek , hayatıma güzel bir anı katacağımı  düşünüyordum.Ne yazık ki bu resmi makamlara bildirilmediği takdirde evliliğin geçerli olup olmayacağı konusunu o kadar çok kurcaladım ki,  sevgilim   niyetimi anladı ve yıllardır bana evlenme teklif eden adam’’evlilik ciddi bir iştir Selin, sadece anı olsun diye evlenilmez’’ diyerek son noktayı koyuverdi.
 Çocukluğumuzdaki yılbaşıların o sade ve masum  heyecanını hatırlar mısınız?
Hani şu ailece tombala oynanan,1.çinkoyu kazanınca kendimizi büyük ikramiye kazanmış kadar şanslı hissettiğimiz yıllar.
Küçücük dünyalarımızda ne kadar büyükmüş yaşadığımız mutluluklar.


Galiba yıllar geçtikçe ben artık şu yılbaşında yapılan programlardan sıkılmaya başladım.

Yurt dışına gitseniz her yer çok kalabalık.Kayağa gitmeye kalksanız o tarihte kar yağacak mı yağmayacak mı endişesi.
Burada bir yerlere gitmeye kalksanız,o tıkış tıkış restoranlarda önünüze konan hindi etlerini kemirerek zoraki eğlenme çabaları.
Hele de bir de  gece yarısı ortaya çıkan komik şapkalar ve ağzınızı dayayıp üflediğinizde karşınızdakinin suratına uzayıp giden minik borazanlar yok mu? Ay !  Çok komik bence.
Sağolsun arkadaşlarımın hepsi aralık ayında o kadar çok ön kutlama yapıyorlar ki, yılbaşına kadar iki günde bir ,bir yerlere davetli olmaktan 31 aralığa kadar yeni  bir programa enerjim kalacak mı onu da bilmiyorum.

Yine de tüm yılbaşı eğlenceleri içinde en favori program benim için ne derseniz;ne yurt dışı turları,ne  bir restoran veya gece klübü dolusu insanla,konfetiler arasında kutlanan yılbaşılar.

Bence en güzeli  sevdiğiniz dostlarınızla yakın  bir arkadaşınızın  evinde yapılan sıcak ve samimi yılbaşı partileri derim.

Giyin en güzel elbiselerinizi, süslenin püslenin.
Hatta yılbaşı şerefine biraz da abartın.
Alın elinize minik hediyenizi ve bir şişe şarabınızı, tüm arkadaşlar toplanın.
ılbaşınıza en sevdiklerinizle girin.
Gece saat 12 de yanınızda olanlar gerçekten ömür boyu yanınızda olmasını dileğiniz insanlar olsun.
Herkese sağlıklı,neşeli,barış bolluk ve bereket dolu bir yıl diliyorum.

Selin Melek Aktan,ın bu yazısı 23 aralık 2011 tarihinde sözcümagazinde yayınlanmıştır.