20
Ekim 2009, 21:55
SELİN MELEK
AKTAN
2006 senesinde yolum,İtalya’da ortaçağdan kalma bir
şehir olan Ferrera ‘ya düştü.
Etrafı su
hendekleriyle çevrili,kızıl kahve taşlardan yapılmış kaleleri, koskocaman
halkalar ve siyah demir menteşelerle süslü
büyük ahşap kapıları, kırmızı kiremitli saat kuleleriyle gerçekten de
çok iyi muhafaza edilmiş oyuncak gibi bir şehirdi Ferrera.
İlk gözüme çarpan
minicik kameralarıyla gördükleri her şeyin fotoğrafını çeken Japon turist
grupları olmuştu.İnsan böyle yerlerde onları görünce herhalde millet olarak bu
dünyada fotoğraflanmadık hiçbir köşe bırakmamaya ant içtiler diye
düşünmekten kendini alamıyor.
Bildiğiniz gibi
İtalyan’ların öğlen 1 den saat 4 e kadar uzanan o uzun siestaları meşhurdur.
Öğle tatilinde
dükkanların kepenkleri kapatıldığında
Ferrera’nın o daracık sokakları bomboş kalıyor.
Ve siz o sokaklarda
dolaşırken kendinizi bir anda ortaçağa ışınlanmış gibi hissediyorsunuz. İnsana
sanki tahta kapının ardındaki
çiçekli avluya girse, uzun elbiseli
bir kızın kuyudan su çektiğini
görüverecekmiş gibi geliyor.
Ortaçağ mimarisini
çok güzel yansıttığı ve olağanüstü iyi
korunduğu için Unesco tarafından
dünya mirası listesine alınan Ferrera, İtalya’ya defalarca gitmeme
rağmen benim de o yıla kadar adını bile
duymadığım bir şehirdi.
Ama uluslar arası bir
sergi nedeniyle gündemime giren bu şehrin ,oradaki bazı gözlemlerim nedeniyle daha sonraki hayatımda önemli bir yeri oldu.
Hayat insanları
eğitiyor.Şimdi düşünüyorum da insanın her yaşta etrafa bakışı ve dikkat alanına
giren şeyler değişiyor.Eskiden hiç dikkat etmediğim şeylere dikkat eder oldum.
Gittiğim
ülkelerde eğer musluktan akan su
içilebiliyorsa yıllardır şişe suyu içmek zorunda kalan bir insan olarak
,sularını arıtan ve içilebilir hale
getiren idarecileri kutluyorum.
Kaldığım otelin
banyosunda, temizlik için harcanan sular ve deterjanlar nedeniyle doğal
dengenin bozulduğu,bu yüzden sadece değiştirilmesi gereken havluları yere
atmamızı öneren bir not varsa içimden
bir takdir duygusu yükseliyor.
Gördüğünüz gibi son
senelerde şehircilik ve çevreciliğe takmış durumdayım.
Çünkü seneler içinde
gördüm ki,modern ve ileri teknolojiye sahip ülke demek, sadece sokaklarında şık
insanların dolaştığı, muhteşem restoranları veya cicili bicili alışveriş merkezleri olan ülke demek değil.
Üstteki pırıltıyı
kazıdığınız zaman,yüzeyde ilk bakışta göze çarpmayan sorunlarını çözmüş, ciddi anlamda alt yapısı kuvvetli
ülkeler gerçekten çağı yakalayabiliyorlar.
Ferrara’da yıllardır
Avrupa’nın pek çok kentinde uygulanan ve yavaşlatılmış şehirler
adı verilen bir proje uygulanıyor.
Bu projelere
,dünyanın bozulan ekolojik dengelerini ve çevre kirliliğini önlemek için
geliştirilmiş bir nevi karşı girişimler diyebiliriz..
Yavaşlatılmış
şehirlerde araba yerine mümkün olduğu kadar bisiklet gibi çevreye uyumlu
araçlar kullanılıyor.
Yüksek katlı
binalara,gökdelenlere izin verilmiyor.
Fast food zincirlerine sıcak bakılmayan bu
şehirlerin dükkanların da daha çok
ekolojik ürünler satılıyor.
Amaç son derece
temiz,bakımlı,gürültüden ve çevre kirliliğinden uzak hayatın keyifle yaşanacağı
şehirler yaratmak. Benimse yavaşlatılmış şehirdeki ilk günüm olaylı başladı.
Tren istasyonundan
çıkıp şehir merkezindeki otele geldiğimizde vakit gece yarısını geçiyordu.O
telaşla,içinde sergilenecek tabloların
bulunduğu paketi taksinin
bagajında unutmuşuz.Ben sinir krizleri içinde tepinir ve arkadaşımı dikkatsizlikle suçlarken resepsiyondaki
memur;
“- Hiç merak etmeyin,bu şehirde hiçbir şey kaybolmaz” dedi.
“-Şoförler unutulan eşyayı telsizle şehirde tüm
taksilerin kayıtlı olduğu merkeze
bildirirler.Şimdi onları ararım,eğer gerçekten takside unutmuşsanız yarın muhakkak paketiniz elinizde olur” diyerek beni
rahatlattı.
Gerçekten de ertesi
gün tablolarım bana geri gelmişti.Turistlerin uğrak yeri olan bir şehirde bu
kadar düzgün bir sistemin kurulması beni etkilemedi dersem yalan olur.
Oteldeki ilk gecemizin ertesi günü caddeden gelen seslerle
uyandığımda saat daha sabahın 7.30 uydu.
Şehrin küçük
meydanını gören camdan dışarı baktım ki,
bir de ne göreyim? Otelin önüne pazar kuruluyor.
Körün istediği bir
göz Allah verdi iki göz.
Seyahatlerimde semt
ve bit pazarlarını, ikinci el
dükkanları, gezmeye bayılırım.
Gerçekten de
yığınların arasından kimsenin gözüne çarpmayan hoş şeyler bulup çıkartmak
bana muhteşem bir zafer duygusu verir.Kendimi çok ayrıcalıklı
hissederim.
Bu sayede geçen sene
Prag’da dolaşırken, annemin çok beğendiğim halde yıllardır el koyamadığım ,1960lar dan kalma
astragan mantosunun bir benzerini 80 liraya alıp arkadaşlarımı delirtmişliğim
vardır.
Kot pantolon dahil her şeyin üstüne giydiğim o palto,bütün kış Nişantaşı
sokaklarında ellerim cebimde,yüzümde mutlu bir tebessümle dolaşmama sebep oldu.
Aslında tüm moda
tasarımcıları,bir avcı dürtüsüyle en uyduruk dükkanlara dalıp ,tüm askıları
didik didik etmeye bayılırlar.
Size bir sır vereyim
mi?Yeni zannettiğiniz bir çok trendin çıkış noktası çoğu kez dizayn
ırların her fırsatta hallaç pamuğu gibi
attıkları o dükkanlardır. Aynı
nedenlerle geçici pazarlara da bayılırım.
O günde otele numarası tek kaldığı için tanesi 5-6 euroya
satılan birkaç çift harika İtalyan ayakkabısıyla dönme mutluluğuna eriştim.
Öğleden sonra aynı
güzergahta yürüdüğümdeyse ,iki saat önce
burada cıvıl cıvıl bir pazar olduğunu hayal etmenin neredeyse imkansız
olduğunu fark ettim..Etraf pırıl pırıl.Yerde ne bir kağıt parçası,ne de en ufak
bir çöp.
Daha sonra markete
gittiğimde kasiyer kızın ,elimdekileri koymam için verdiği alışveriş torbasına
2 euro istemesi beni şaşırttı.
‘Bu İtalyanlar’ da ne
kadar cimriler böyle.Market torbası için
paramı istenirmiş?Ne ayıp bir şey ‘’diye düşündüğümü hatırlıyorum.
O sırada arkamda
bekleyen genç bir kadının çantasından bir file,evet çocukken annelerimizin
kullandığı şu ip filelerden birini çıkardığını fark ettim.
Anlaşılan o ki
,çevreyi korumak için mümkün olduğu
kadar az torba kullanılmasını teşvik
etmek amacıyla her torbaya 2 euro para alıyorlardı. Benim ve herkesin evindeki
naylon torba yığınlarını düşününce ne kadar haklı olduklarını anladım.
Şimdi düşünüyorum da
ne pratik bir şeydir aslında o ip
fileler.Üstelik yer de kaplamaz.Yıka yıka kullan.Belki biz de bu sisteme
geçmeliyiz.
Çevrecilik konusunda
nerelerde olduğumuzu görmek için aslında çok da uzağa gitmemize gerek yok.
Seçim öncesi evlerimize sarı güller göndererek
Avrupai(!) anlamda bir kampanya yürüten belediye başkanımızın ,kamyonların
tepesinden şarkılar türküler eşliğinde
kırmızı karanfiller fırlattığı Nişantaşı sokaklarına bakmak yeter.
Tüm medeni
ülkelerde,kağıtlar,plastikler,karton kutular,şişeler ,yiyecekler ayrı
konteynırlarda toplanır.Herkes haftanın hangi günü hangi tür çöpün toplandığını
bilir ve çöpü o konteynıra atar.
Bugün bir köşesinden
tutunacağız diye kendimizi parçaladığımız Avrupa topluluğu ülkelerinde süt,
mama, ilaç çamaşır tozu kutuları,çocuk bezleri bile içerdikleri maddelerin ayrı
olması nedeniyle ayrı çöp kutularında
toplanmakta ve işlenerek farklı
biçimlerde tekrar ekonomiye kazandırılmaktadır.
İstanbul’un en medeni
semti olarak tanıtılan Nişantaşı’nda ise bu ayırım her gece çingeneler tarafından elle yapılmakta ve
akşam saatlerinde karton kutulardan deşilip
dışarıya bırakılmış çöpler nedeniyle
kaldırımlar mezbeleliğe dönmekte.
Onlara basmadan
yürüyebilmek için gözünüzü dört açmanız gerekiyor. Nişantaşı’nı örnek mahalle
yapma söylemiyle yıllardır Şişli Belediye Başkanlığı görevini yürüten ve şimdi
de büyük değişime soyunan sayın Mustafa Sarıgül , bu konularda nasıl bu kadar duyarsız olabilmektedir, tabi bunu
anlayabilmek mümkün değil.
Sokaklarımıza üzeri
etiketlenmiş farklı konteynırlar koymak
ve insanların evlerine birer kağıt yollayarak hangi gün hangi tür çöpün
toplanacağını ilan etmek o kadar zor bir şey midir?
Kendisi senelerdir
böyle dış görünümü Avrupa standartlarını yakalamış bir semtte, ağaçları
süslemek yerine,çevreciliği dikkate alıp ,çöpleri geri dönüşüme uygun bir ayrıştırma
sistemi ile toplasaydı ,bence hem
öze hem de göze hitap eden faydalı bir yatırım yapmış olurdu.
Biz de çağı yakalamış
Avrupai başkan olmanın sadece el sıkmak
ve lacivert takım elbiselerle vatandaşlara gülümsemek olmadığına dair güzel bir
örnek görmüş olurduk.
İstanbul’da yıllar
önce bir geri dönüşüm fabrikası kurulduğunu ve işleyecek malzeme bulamadığını
biliyor muydunuz?
Kullanılıp atılmış
şeylerin geri dönüşümü sadece çöp dağlarının yok olması değil,aynı zamanda memleket ekonomisine de katkı demektir.
Duyduğuma göre dünya
markalarıyla ünlü semtimizde yakalayamadığımız standardı şimdilerde Ata şehir
Belediyesi yakalamış.
Onların çöpleri bir gün piller,şişeler,öbür gün teneke
kutular veya kağıtlar gibi olması gerektiği şekilde toplanıyormuş.
Muhtemelen bu uygulamayı
hayata geçiren benim bilemediğim daha başka semtler de vardır. Ne mutlu onlara ...
Kim bilir belki de
onların belediye başkanları Türkiye’yi idare etmeye kendini yeterli görmediği için bizden daha şanslıdırlar.
Avrupalılık,bir takım
markaları giyip çıkarmak değil,eğitim,çevre, üretime katkı gibi ülke kalkınmasında payı olan esas konularda daha bilinçli davranmak
demek..
Bu da hepimize
vatandaş olarak, haklarımızı savunmayı bilmek gibi ayrı bir sorumluluk yüklüyor.
İsviçre’ de karşıdan
karşıya yanlış bir ışıkta geçerseniz
yanınızdakiler size müdahale eder ve
siz; ‘’can benim canım,
size ne? Ölürsem ben öleceğim veya sakat kalacağım’’
diyemezsiniz.
Size ‘’Can senin canın,ama burada
yaralanırsan seni hastaneye kaldıracak cankurtaranın,yapılacak acil
müdahalenin,buraya gelecek polisin parası benim vergilerimle ödeniyor. Bu
şekilde benim vatandaşlık haklarımı gasp edemezsin ’’ diye
cevap verirler.
Siyasilerin rüşvet
alarak sağladıkları kazancın inkar edilemez boyutlara geldiği bir ülkede en
büyük tehlike bunun kanıksanır hale gelmesi ve vatandaşların da hesap isteme
konusunda kendilerini aciz hissetmeleridir. ‘’Bal tutar parmağını yalar,hizmet etsinler de, varsın
onların da cepleri dolsun‘’ şeklindeki razı oluş değişmedikçe bu ülkenin iki yakası bir araya
gelmeyecektir.
Ne olur artık bir
şeylerin farkına varalım... Siyasilerin cebine giden her haksız kazanç,
sokağınızdaki kırık kaldırım taşları,çocuklarınızın okulunda yanmayan
kaloriferler,sönmüş lambalarıyla karanlık sokaklar, arabanızı mahveden kötü
asfaltlanmış yollar demektir.
Rehabilitasyonlarına
bütçe ayrılamayan ve sokaklarda yatıp kalkan çocuklar ise gelecekte soyulacak
evler,gasp edilecek iş yerleri ,yeni kap kaç vakaları,okul önlerinde sizin
evlatlarınızı zehirlemek için bekleyen
uyuşturucu satıcıları demektir.
Her türlü
suiistimal,bir gün bilin ki eksik ve bozuk bir parça olarak bu topluma geri
dönecektir.
Bu yüzden bundan
böyle bu ülkede gerçekten hak etmediği
sürece hiç kimseye oy vermemeye, kötünün iyisine razı olmamaya kesin kararlıyım.
Ta ki oyumu
isteyenler ne olmaları gerektiğini
anlayana kadar.
Oyuma talip olan
siyasilere, son bir sözüm var.
Dama taşı gibi
oynatılmaktan, sanki hiçbir şey bilmiyormuşuz gibi sürekli kötü şeylerin bize
iyi diye yutturulmasından, yalanlarınızdan
dolanlarınızdan bıktım usandım.
Bir vatandaş olarak
artık ne istediğimi çok iyi biliyorum. EN İYİSİNİ...
Kusura bakmayın ama
vasatlar da ilgi alanıma girmeyecek bundan sonra.. Çıtayı yükselttim.
Sizlerden, talip
olduğunuz mevkilerde vereceğiniz hizmetlerin
EN iyisini,En
mükemmelini, EN dürüstünü istiyorum...
Ve hak ettiğime
inandığım bu standartlardan bundan böyle asla taviz vermeyeceğim.
Hodri meydan diyorum.
İmza:
Nihayet aklı başına
gelmiş,verilenle yetinmeyen, mağdur ve bilenmiş bir TC vatandaşı.
Herkese
güzel bir hafta.